Translate

17 Aralık 2013 Salı

Kaybolan Cennetin Peşinde; Sümer ve Akad: Ütopya mı? Gerçek mi?







Kaybolan Cennetin Peşinde 
Sümer ve Akad: Ütopya mı? Gerçek mi?
Doç.Dr. Cabbar IŞANKULU


Yunanca Mezopotamya diye adlandırılan Dicle ve Fırat ırmakları arasındaki bölgede milâttan önceki 5200 yıllarında ortaya çıkan ilk devletlerden biri de Sümer devletidir.

Dünya uygarlığının ve kültürünün beşiği, ilk defa bütün dil kanunlarına dayanan yazının keşfedildiği ve devlet yönetimi; sulama, tarım, mimarlık, gemicilik sahasında bugünkünden çok az fark gösteren usullerin keşfedildiği ve ilk sanat eserlerinin yaratıldığı Sümer devleti hakkında düşünceler, münazaralar bir buçuk asırdan beri devam ede gelmektedir. 

Sümer ve Akadlar’ın yüksek uygarlığından haber veren ilk arkeolojik yadigârların bulunmasının üzerinden bugüne kadar 150 yıl geçmiş olsa da âlimler, henüz Sümer veAkad devletini oluşturan halkın kimlikleri hakkında bir sonuca varamamışlardır.

Çeşitli görüşler taşıyan âlimler, sadece “Sümer devletini meydana getiren halkın yerli ahali olmadığı” fikrinde aynı görüşteler. İşte bu halkın hangi kavme mensup olduğu konusunda çeşitli fikirler açıklanmıştır. Bu fikirlere göre, Akad devletinin temelini kurmuş olan Sümerler, doğudan veya kuzeyden gelmiş; beraberlerinde yazı, demircilik,sulama usulleri ve devlet kurma geleneğini de alıp getirmişlerdir. 

Bu, bizi şu fikre götürmektedir: “Sümer ve Akad'dan da önce olan kuzeydeki ya da doğudaki (Kuzey denildiği zaman Kafkasya, İdil Boyu, Batı Sibirya; doğu denildiğinde de merkezî Asya,Hindistan, Moğolistan, Altay, Çin göz önünde bulundurulmalıdır.) medeniyet, burada terakki ederek devlet olmuştur.”

 'Şümer' ya da 'Sümer' kelimelerinin etimolojisini, bir tek batılı âlim dahi ilmî esaslara dayanarak veremedi. Bilinen anlamda bu kelimeleri açıklayan Olcas Süleymanov “'Şümer' ya da 'Sümer' adını, 'su' ve 'yer' kelimelerine dayandıran bir varsayım ileri sürer ( Süläymanov, 1975)

Eski Türkler, Ural ile Altay arasını "sulu yer", "su yeri" (Sibirya kelimesi de bundan gelmiştir.) diye adlandırırlardı. Sümerler/Şümerler de iki nehir arasında yerleşmiştir. Bu yerlerin evvelâ "sulu yer"olduğu düşünülmüş olabilir. 

Sibirya yerleri gibi buralar da önceden bataklıktan ibaretti. Onlar, işte bu bataklığı kurutarak tarıma elverişli hâle getirmişlerdir. Sümerler, çiviyazısında dağ, kır, yer adlarını “h”şeklinde yazmıştır. Eski Türk yazısında da yer “u”şeklinde yazılmıştır. Bunlar, yer ve dağı anlatan hiyerogliflerdir. 

Şümer/Sümer, Subyer,Sibir, “sub” kelimeleri, birbirine ses bakımından benzer. Bizce de Şümer/Sümer’in“Subyer”den gelmesi hakikate daha yakındır. Çünkü, Sümer efsanelerinde “op-su”(çuçuksub) hakkında efsane vardır. 

Bu efsaneye göre Op-Su, dünyayı ve insanı yaratan tanrıdır (Uraz, 1991). Bu tanrının aynısına Altay ve Yakut mitlerinde de rastlanır. Eğer tetkiklerde şu varsayıma dayanırsak -meselenin başka yönlerini görme, dil ve çiviyazısını mukayese etme- Sümer ve Akad devletinin kökenini oluşturan halkın Türk kavmi olduğu konusundaki fikrin hakikate daha yakın olduğunu görürüz. 

Bunu, bir tek batılı âlim yapmak istemedi. Çünkü eğer Sümerler’in Türk kavmi olduğu ispatlanırsa, o zaman Babil, İsrail, Yunanistan ve Roma’daki büyük uyanışları etkileyen, onların oluşumuyla yükselişine büyük ölçüde tesir eden Sümer kültürü ve medeniyeti de Türk halklarına mahsus olacaktır. Bu da ne kadar gerçek olursa olsun, Avrupalı âlimlerin kıskançlığına sebep olur. 

Oysa ki biz yeni yeni delillere de rastlıyoruz. Bunun sonucunda da Avrupalı âlimlerin garezleri, gittikçe azalacak ve faraziyeler daha çok ilmî renk alacaktır. 

Sümerlerin “Baş Tanrı”sı hakkındaki düşünceler, Olcas Süleyman'ın varsayımını gerçeğe yaklaştırır. Baş tanrı Enlil “Tanrılar Tanrısı”, “gök ve yer padişahı”, “bütün memleketlerin yaratıcısı” dır. 

Sümerlerin “Yaz ve Kış ” efsanesinde (çömlek yazısında) Enlil tanrıların yardımcısı, “ürün, üretim tanrısı” özelliğiyle karşımıza çıkar. Bu mite göre "kış", bütün ekip dikme, ürün, hayat, yeşillik, su, yağmur ve karın yaratıcısıdır. Ürünün bol olması ona bağlıdır. 

Eğer Fırat ve Dicle nehirlerinin yer aldığı coğrafyayı göz önünde bulundurursak, o yer tabiî duruma göre kışı tanrı derecesinde yücelten memleket olamaz. Bunun tam tersine, buraya sıcak ve güneş hâkimdir. Kış, sadece Sibirya’da değil uygun başka yerlerde de kendisinin uzun sürmesi, soğuk olması, herşeyi yine hayat için güneşle birlikte kendine bağlamasıyla tanrı sıfatında tasavvur edilmiş olabilir. 

Keza Yakut ve Tuva mitlerinde de kış, tanrı sıfatında tasavvur edilmiştir. Daha sonraki yıllarda yapılmış olan birçok incelemede, bu mesele açıklanmaya çalışılmıştır. 

Çünkü Altay, Orta Asya’daki Türk halklarının mitleri Orhun,Yenisey Yazıtları, Uygur metinleri ve daha sonraki zamanlara yönelik değerlendirmeler buna esas olmaktadır. 

Milâttan önceki III. yüzyıla ait Çin el yazmalarında Qañlılar (Çince kargüy) da, Çinyazısına ters tarzda (bilindiği gibi Çin hiyeroglifi dikine yazılır) yan yazıların yazıldığı hakkında bilgilere rastlanır ( Süläymanov, 1975). 

Bu bilgiler, Türkologlarca öteden beri bilinmektedir. Buna göre Türk yazısının milâttan önceki III. yüzyıla kadar Çin tarafından bilindiği söylenebilir. O, bu devre kadar, birkaç basamaktan, yani yan tertip ve sıra ile yazılma derecesine kadar ulaşan basamaklardan geçmiştir. 

Bundan şunu anlıyoruz: “Türk yazısı milâttan önceki III. yüzyıldan daha da eskidir”. Bizim, ihtimal olan bu eskiliğin kökünü Sümer çivi yazısıyla denk tutmamız yanlış değildir. Orhun,Yenisey ve başka yazıtlardaki yazıların şekli birçok yönden Sümer yazılarına benzer. Bu benzerlik, dil benzerliği ile birleşir. Bu noktada varsayımların ilme yaklaştığını hissedersiniz. 

Çünkü Türk dilinin Sümer diline etkisi, Mançularla aslı Türk kavminden olan Moğolların diline etkisi gibi yakın da değildir. Bunu dikkate aldığımızda “Sümerdili, Türk dilinin tesiri altında kalan başka bir dildir.” demek için bu iki sınır ve halkı birleştiren kaynağın olması gerekir. Bu zamana kadar böyle bir kaynağa rastlanamamıştır. Biz, bu yakınlık hakkında düşünceler üretmek için kıyaslamalar yapacağız. Aşağıdaki kelimelerin ses ve anlam bakımlarından karşılaştırılmasından da anlaşılacağı gibi, Sümerce ile Türkçenin birbirine yakın olduğu açıktır.



SÜMERCE=>TÜRKÇE 
1. ada, (ata) => ata, yaşlılara hürmet amacıyla söylenen söz 
2. eme (anne) => ana 
3. kür (dağ) => kır (dağ toprak) 
4. şube, (sine) => çoban 
5. yeş (ev) => eşik, kapı 
6. uş (üç) => üç 
7. gu (ses, avaz) => kü (ses, avaz) 
8. emek (dil) => em-,ye- (dil) 
9. me, ze, ene => ben, sen, o 
10. geş (kuş) => kuş 
11. ğiş, giç (ağaç) => ağaç, ığaç 
12. kır (yer) => kır 
13. tir (hayat) => tirig, diri 
14. tu => tut- 
15. sıg (vur-) => sok- 
16. yed (od, ateş) => od 
17. işi (az, kiçik) => kiçi 
18. geştuke=> işiten 
19. yeren (er kişi, cenkçi) => eren 
20. geg (ek-) => ek- 
21. teg (değmek) => değ- 
22. tum (nesil)=> tohum,nesil 
23. dingir, demer (gökyüzü) => tengri 
24. yen (âli, yüksek, en) => en 
25. ken (geniş) => keñ-gen-geniş 
26. uzun=> uzun, uzak 
27. ud (ateş) => od 
28. udun (ocak, yanıcı madde) => otun-odun 
29. tuş, şuş => düş




Görüldüğü gibi Sümerce ve Türkçe kelimeler semantik ve morfolojik bakımdan birbirlerine benziyor. Doğrusu, bazı sesler değişmiş, ama bu değişme asıl manaya zarar vermemiştir. Bu benzerlik birçok bakımdan dilcilere bol malzeme verir. 

Dünyadaki bütün diller, art zamanda belirli bir fark gösterir. Eski İngilizce, Almanca, Hintçe, Avrupa dillerini tercümesiz anlamak mümkün değildir. Ama beş bin yıl önceki Sümerce kelimeleri kendi kelimelerimiz gibi anlıyoruz. Bu mukayeseye şunu da eklemek gerekir. Sümerce ile bugün kullanılan Türkçe kelimeler arasında 4500-5000 yıllık fark var. 

Bunu anlamak için, bundan bin yıl önceyazılan Kâşgarlı Mahmut’un, Edip A. Yüknekî’nin eserlerindeki kelimeler ile bugünkü kelimeler arasındaki farkları ve bu kelimelerin diğer devrelere geçmesiyle ortaya çıkan seslerin farklılıklarını kıyaslamak yeterlidir. Ama aradaki zaman ne kadar uzun olursa olsun ses ve kelimelerin morfolojik durumları sayı, sıfat, zamirlerin benzerliği; kelime birleşmelerinin belirli bir kurala uyması bu kelimelerin aynı dilden olduğunu gösterir.

Sümer dil etimolojisini tespit edebilmek için Türk dilinin (Türkçe’nin) bütün lehçelerinden haberdar olmak gerekir. Buna göre, Türk dilcilerinin önünde büyük birvazife olduğu söylenebilir. Bu vazife Sümerce’nin tesirinde şekillenecektir. 

Babil,Yahudî, Yunanlılar vasıtasıyla bütün dünyaya medeniyet veren halkın, Türk halkı olduğu konusundaki faraziyeler ilmî esasa dayanır. Benzerlik sadece isim, sayı vesıfatlarda değil; fiillere ve ilâhî düşünceleri ifade eden kelimelere de aksediyor.

Bilinmektedir ki, çeşitli dillerde fiilin benzerliği, çok nadir rastlanan hâdisedir. Ünlü âlim V. İ. Avdiyev'in vardığı sonuca göre Sümerce de Türkçe gibi eklemeli bir dildir.” (Avdiyev, 1948a).

Sümer destanı Gılgameş'teki (Sümer varyantı Bılgames, Bılgamış) isimlerin Türk halklarının destanlarındaki kahramanlara (Alpamış, Alpomis, Alpmanas) ses bakımından benzer olması da, büyük ve ciddî bir inceleme konusu olmalıdır.

Gılgamış’a, Sümer varyantında, Bılga‘meş, Bılgames (Bılgamiş) şeklinde de rastlanırki, “Bilge” kelimesi eski Türkçe'de “bilgili”, “deha”; Sümerce’de ise “bege”,“danışman, deha, baba” manalarına gelir. 

Türk destanlarında Bilgebek, Bilge Kağan,Bilge Hakan, Bilgames (bilgili, kahraman, pehlivan) ismindeki kahramanlara çok rastlanır. Bilge Kağan yazıtı “bilge” kelimesinin Türklerde önceden mevcut olduğunu gösterir. Bilge Hakan, kahramandır, her şeyi bilen bir hakandır. Bu hakan, sadece cismen değil, ruhen de güçlü bir şahıstır. O, hakanlık derecesine ulaşıncaya kadar şamanlığın bütün makamlarını geçer. Kendisinde şamanlığın her özelliği bulunur.

Şaman, tanrı ile insanı bağlayıcı köprüdür. O, zalim ve kötü ruhlarla mücadale ederek galip gelir. Bazen de, koruyucu ruh rolüyle kötü ruhların sultanlığı olan yer altı dünyasına yolculuk eder. Orada kötü ruhların eli altındaki tutsakları azat eder. Altın elma, altın kuş, ab-ı hayat ve başkalarını alıp döner. Altay ve Sibirya şamanları hakkındaki tetkiklerde şamanın bu vazifesi detaylı olarak incelenmiştir. 

Bilgemiş de yeraltı dünyasına yolculuk eder, yurdunun kötü düşmanlarını öldürür, ebedî hayat suyu aramak için “gidip de dönülmeyen” ülkesinin yolunu tutar. 

Sümer mitolojisinde İştar; aşk, muhabbet, mahsul ve üretim yaratıcısı anlamında kullanılır. Divanü Lûgati’t-Türk'te Kaşgârlı Mahmut “işler” ﺮﻼﺸإ kelimesinin “hatun,hanım” manasına geldiğini ve adlandırılma tarihinin çok eskilere gittiğini söyler. (1) 

Türk halklarında "kadın yaratıcılar" mukaddes sayılmıştır. Onlar için kurbanlar adanmış ve tütsüler çıkarılmıştır. Büyük ihtimalle “is” شإ Türklerin geleneğinde çeşitli kokuların mistik bir nesne olarak kullanılması yahut da hastalıklarda tedavi olarak kullanılması da Sümerlerdeki bu tasavvurda çıkmış olsa gerektir. Bu anlamıyla ateş, alev ve tütsü mukaddes sayılmıştır. Bunlar, ilk önce kadın mabudelerle sembolleştirilmiştir. 

Sümer mitolojisindeki Enü, gökyüzü tanrısıdır. O, Uruk (Sümerce Unug, yani Uluğ manasındandır.) şehrinin gökyüzündeki koruyucusu sayılır. Enü, Tükçedeki "ana"(anne) kelimesine benzer. 

Eski yazılarda da Umay Ana ismi dile getirilir. Türk halkları arasında ürün yaratıcısı sayılır. Kaşgârlı Mahmut onu “kahraman erlerin koruyucusu”şeklinde tarif eder. 

Dummûzî (Tammuz), Sümer mitolojisinde “İştar'un sevgilisi; yeraltına, cehenneme mahkûm edilen” kişidir. Tammu-Tammuz kelimesi, Divanü Lûgati't-Türk'te de “cehennem” manasında kullanılır (Kaşkarlı, 1960a). Alişir Nevaî bu cehennem manasında bu kelimeyi kullanır (Kaşgarlı, 1960b)

Görüldüğü gibi Sümer mitolojisindeki esas kahramanların isimleri Türkçedir. Bunun dışında “Bılgamış”destanıyla “Alpamış” destanının son bölümlerindeki olaylar birbirine benzer. 

Bu,Bilgemiş (Gilgemiş) ve Alpamış'ın öteki dünyaya seferi, Bilgemiş-Enkidü, Alpamış-Kultay münasebetlerinde görülür. Hatta bu iki destandaki rüya motifi de çok benzer. “Alpamış” destanında Karacan, Alpamış'ı rüyasında görür. Onun arkadaşı ve yardımcısı olur. “Alpamış, çobanların evinde yattığında bir rüya görür. Aradığı sevgilisi Barçın da bir rüya görür. Kaşal arasında doksan Kalımak'ın içinde Karaşan Alp da bir rüya görür.” (2)  “Bilgemiş” destanında da Gılgamış Enkidü'yü rüyasında görür. Onun arkadaşı ve en yakın yardımcısına dönüşür (Alpåmiş, 1998).

Mit, örf ve âdetlerin karşılaştırılması da Sümer meselesinde bize zengin bir bilgi verir.Sümerlerin asıl vatanlarını tespit etmek için Türk kavimlerinin oluşmaları, çoğalmaları ve büyük göçleri hakkındaki mitlerine müracaat etmek zorundayız. 





Şunu hatırlatmak gerekir ki, Sümer devleti Yeni Neolit devrinde, Mezopotamya’da kurulmuştur.Sümerler, evvelâ, üzerine kamış örtülü kulübelerde ve yer altı evlerinde yaşadılar. Bu hayat tarzları ve muhafaza ettikleri gelenekler Sümerlerin dağlı halk olduğunu gösterir. Sümerlerin aslının dağlı oldukları konusunda, âlimlerin aynı fikirde olmaları ilginçtir. Sümerler göç ettikten sonra bakırdan eşya yapmaya başlarlar ki, bu zanaat medeniyettarihinde büyük bir inkılâp idi. 

Bakırcılık ve demircilik, Türklerin temel zanaatıdır.

Buna bağlı olarak Türk kavminin ilk mesleklerinden biri de “demircilik” olmuştur. Demircilikle ilgili mitler başka milletlerde de vardır. 

Türklerde en yaygın olanı“Ergenekon” destanındaki mitlerdir. Bu destandaki hikâyeye göre Türkler düşmanlarına yenilir. Yapılan savaşta Elhan'ın oğlu Kıyan ve Noguz’un aile üyelerinin hepsi ölür. Kıyan ve Noğuz mal ve mülklerini, ailelerini yanlarına alarak kaçarlar. Büyük zorluklar çektikten sonra, Tanrının merhametiyle dağların arasındaki cennet gibi bir mekâna gelip yerleşirler. Etrafı dağlarla kuşatılan bu yere bir tek kişinin ve düşmanın gelmesi hiç de mümkün değildir. Bu yer cennet kadar güzeldir. Ergenekon yeri, suyu, havası ve bol nimetleriyle şahane bir yerdir. Bu iki aile burada yaşamaya başlarlar. Bunlar, burada ziraat, bağcılık, bostancılık ve demircilikle meşgul olurlar. Burasını mamur bir yurda çevirirler. Onlar burada 400 yıl yaşarlar. 

Kavim cennet kadar güzel olan bu yurda sığmayacak kadar çoğalırlar. O zaman kurultay yaparak kendi yurtlarını genişletmek isterler. Etrafı aşılmaz sarp kayalarla çevrili olan Ergenekon'dan çıkmak hiç de kolay değildir. İçlerinden bir demirci ustası bu kayaları büyük bir maharetle eritip geçit açar.Yol açıp Ergenekon'dan yeni dünyaya çıktıkları güne atfen (3) her yıl ilkbaharın ilk gününde, Türk hakanları şölen yaparlardı. 

Onlar çekiçle örste demir döverek Ergenekon'dan çıkışı sembolize ederlerdi. Sonra bu kutlamalarda büyük toy verilirdi. Divanü Lûgati't-Türk'ün 1. cildinde şu bilgi vardır: 

Kırgız, Yabom, Kıpçak ve başka kavimlerin halkı yemin veya anlaşma merasimlerinde demiri ululamak için kılıcı çıkarıp, gözlerini kapatarak öne doğru yürür ve “Gök girsin, kızıl çıksın.” (Yani sözümde durmazsam, kılıç kanıma bulansın, demir senden öç alsın.) derlerdi (Epos).

Çünkü onlar demiri kutsal sayarlardı. Altay Türklerinin tanrısı Erlik Han’ın sarayının damı da kılıcı da kalkanı da demirdendir. Demirle, Şaman kavramları buradan çıkmıştır. (Şaman, kavmin yol göstericisi, ilâhîyatçısı, onlara yardım edicidir.) Anlaşıldığı gibi Altaylarda da demir mukaddestir. Türkler kayayı eritip, yeni dünyalara yol açarlar ve çeşitli yerlere doğru giderek, tıpkı Ergenekon gibi cennet yurtlar aramaya koyulurlar. 

“Demirci” lâkabı,Türklere işte bu efsaneden kalmış olabilir. Kaynakların ve yadigârların gösterdiği cennet gibi mekân Altay'da dağlar arasında bulunmuştur. Destanda bu ahali mert,marifetli, hüner sahibi, varlıklı ve cesurdur. Yurtları ise müreffehtir. Destanda, düşmandan gizlenerek tılsımlı yurda gidip, orada kalma konusundaki anlayışın kökleri çok eskiye dayanmaktadır. 

Türklerin kozmogonik görüşlerine göre insanlar, Tanrılara dağlar üstünde rastlamış ve onlara tapmışlardır. Tanrıya gökyüzüne, dağlara ve tepelerin üstüne çıkılarak ulaşılır diye inanıyorlardı. 

Eski Yunan kaynaklarında da doğuda; mutlu,güzel, müreffeh Giperlera halkının yaşadığı hakkında kayıtlara rastlanır (Kaşgarlı,1991)

Milâttan önce VII. yüzyılda doğuya seyahat eden Yunan Aristey'in hatıralarında da bunun gibi bilgilere rastlanır (Änoxin). Aristey, bu seyahatini destan olarak anlatmıştır. Bu destan, Türklerin yurdu hakkındaki en eski yazma kaynaklardan biridir.

Aristey, “Arimaspeya” destanındaki Arimasplar için "Onlar, sıradan insanlar değil, ilâhî güç ve kuvvete sahip halktırlar." der. Destanda bu halk, demirciliği, büyücülüğü, aleve hâkim olmayı bilir. Yurtları cennet gibidir ve insanları tek gözlüdür. 

Kaynaklarda tekgözlüler hakkındaki mitlerin tarihî esasa dayandığı yazılmıştır (Sülåymånovä, 1991).Özellikle Türk kavimleri, başlarına demirden miğfer giymişlerdir. Bunu yanlış yorumlayan Yunanlılara Arimasplar, bir gözlü devler şeklinde tecessüm etmişti. 



Arimaspi bir Griffon'un üstünde, MÖ.340 (İskit Başlığı ile !)


Umumî olarak Aristey'in doğu hakkındaki destanı, Yunan edebiyatına büyük bir ölçüde nüfuz etmiştir. Orada Arimaspların sihirli güce sahip olduklarından bahseder. Cennet gibi yurt hakkındaki bu kaynak, demirciliğin ve medeniyetin vatanının Orta Asya ve Altay etrafındaki yerler olduğunu belgelemektedir. 

Kuzeyde bulunan "cennet gibi yurt" hakkındaki rivayetlere Çin kaynaklarında da rastlanır. Eski Çin mitlerinde; "kuzeybatıda çok zengin, müreffeh ve güçlü İmu memleketi vardır" denir. İmu, tıpkı Aristey'in tasvir ettiği gibi tek gözlüler memleketidir. 

Bunun dışında Hint mitlerinde de kuzeydeki tekgözlü insanlar hakkında bilgiler vardır. Demek ki tek gözlü insanların memleketi gerçektir. Buradaki halk demirden miğfer giydikleri için böyle tasvir edilmişlerdir.Bahsedilen bu halk Baktriya ve Hindistan'ın kuzeyinde, Çin'in kuzeybatısında,Yunanistan'da ve Uzakdoğu'da yaşamıştır. 

Haritaya bakarsak bunun Orta Asya, Sibirya ve Altay ülkeleri olduklarını görürüz. "Cennet gibi yurdun" aynen bu sınırda olduğuna Yunan, Çin ve Hint kaynakları şahitlik eder. 

Bunun dışında, dağ arasındaki tılsımlı yurt anlayışı Özbek sözlü edebiyatında da muhafaza edilmiştir. Özellikle, Malike-i Ayar(Ayar, “kurmay” demektir.) destanı tılsımlı ve güçlü Türkistan hakkındadır. 

Avaz,Malike-i Ayar'ı (kurmayı) bu memleketten kaçırarak gelir. (4) Türkistan'da destan kahramanları altından, metalden arslan yaparlar. Bu bölüm, Türklerin demircilikle eskiden beri uğraştığını teyit eder. 

Sibirya Türklerinin etnografisini araştıran V.Radlof’un yazdığına göre, Altay ve Sayan dağları altın ve bakır yönünden zengindir. Buna göre söyleyebiliriz ki; bu yerin eski ahalisi bakır ve altın gibi çeşitli metalleri kendileri kazarak çıkarmış, bunlardan çeşitli eşyalar yapmışlardır (Pyankov, 1978). 

Radloff, Altayların 180 türde bronz eşyanın yanında, küpe, yüzük, boncuk yaptıklarınıda söyler. Keza Altayların eski mezarlarında da metal, altın, bakır, gümüş, bronze şyaları bulunmuştur. Milâttan önce 3000 yılının başıyla ilgili kazıda Malike Şubad’ın mezarında çok ince ve sanatkârane işlenen mücevherler ve metal eşyalar bulunmuştur (Arxialogiçeskix, 1961). Altaylar ve Sümerlerin gümüş bir masa üstünde, mezara demir eşyalar koyma âdetleri aynıdır. Bazı âlimler bu benzerliğe dayanarak, eskiden bu halkların dininin aynı olduğu fikrindedirler. 

Rus âlimi I. Ragozine, çok içtenlikle elindeki Sümer ve Türk kaynaklarına dayanarak şöyle der: 
Bunlar topraktan yararlanmayı, madenciliği, demiri işlemeyi bu yere getirdiler. Ayrıca onlar bataklık yerleri kurutup kanallar kazarak buraları verimli hâle getirdiler. Taşlardan ve tuğladan evler yaptılar. 

Bu tip evleri ilk yapanlar Sümerlerdir. Akad yani “dağ”, “kaya”kelimeleri bile bu halkın dağlı yurtlardan geldiğini belirtmektedir. Asıl vatanları olan Dicle ve Fırat ırmaklarının kuzeydoğusunda yerleşerek, kendilerini Elâm diye adlandırmalarına rağmen onların esasen eski Türk kavmine mensup oldukları gerçeğe daha yakındır.  Sibirya'daki Altay (dolayısıyla Ural) sıradağlarının eskiden demir madeni/ocağı olduğu bilinir. Bu ülkede Turan kavimlerinin yaşadığı, sonra güneye ve kuzeye doğru dağıldıkları, ayrıca onların bir kısmının orada da göçebe hayat sürdürdükleri dikkate alınırsa, Sümer ve Akadların ilk önce bu ülkede yaşadıklarını anlamak da kolay olur. Ural-Altay halklarının sözlü kaynakları ve yadigârları da bunu teyit eder. 

Castren, inceleme ve araştırma sonuçlarına göre, onların (Sümerlerin) dünya yaratıldığından ve büyük felâketlerden beri, (yeryüzünü suların basması kastediliyor.) bu güne kadar dedeleri, babaları Altay'ın derya ve ırmaklarından su içerdi. Onların tılsımlı vadide (cennet gibi yurt) yaşadıklarını göstermek için güzel efsaneyi örnek olarak verir. 

Efsaneye göre bu vadi, dört taraftan geçilemez kayalarla çevrilidir. Onların ecdatları nice yüzyıllar bu vadide yaşadılar. Neticede vadiden çıkıp gitme, onu genişletme yolunu aramışlar, ama bulamamışlardır. O zaman kavmin nalcılarından biri kayayı inceler bakar, onun baştan sona demir olduğunu tespit eder. Onun teklifiyle büyük bir ateş yakarlar, çekiçlerle kayayı eritirler. Böylece aşılmaz kayadan kendilerine yol açarlar. Bu efsane, demiri işlemenin sarı kavmin temel uğraşı, işi olduğu hakkındaki görüşleri tasdik eder. 

Sümer ve Akadlar da bu konuda mahirdirler. Keza, bu onların mezarlarında bulunan altın ve sanatkârane bir şekilde demirden yapılmış eşyalarda da görülür (Ayår, 1998).

E. Ragozina'nın örnek olarak verdiği efsane daha önce bahsedilen efsanenin aynısıdır.Aslında demirciliğin keşfedilmesi ve işlenmesi medeniyetin başlangıcıdır. Altay ve Ural sıra dağları arasında yaşayan Türk kavimlerinin kendilerine yurt arayarak, dağ sıralarını aşıp Kafkasya’yla Mezopotamya'ya gelmesi ve oradan da dünya uygarlığını başlatması hakikattir. 

Altay ve Ural dağları arasında yapılan arkeolojik keşifler de eskiden buralarda uygarlığın ilk unsurlarının mevcut olduğunu göstermektedir. 

Asıl Altaylı kavimlerin Ural'la Kafkasya'ya, oradan Ağrı dağından başlayan Dicle ve Fırat deryaları boyunca uzanan düz, ekin ekmeye elverişli yerlere kadar gitmeleri gerçeklere uzak değildir. Çünkü Türklerin büyük göçleri hakkında çeşitli efsaneler, masal ve destanlar mevcuttur. 

Yazılı kaynaklar, “Alpamış” destanında da bunun gibi göçten bahseder.Gerçi destanın yazıya geçirilmesi IX.-X. yüzyılda olsa da göç olayı muhtemelen çok eskiden vuku bulmuştur. 

Avrupa'ya göç eden Hunların, Bulgaristan’a ve Macaristan'a yerleşen Bulgarlarla Macarların ve Anadolu Türklerinin göçmen kavimler olduğu bugün için sır değildir. Bunların sulak yer aradıklarını (su-yer, Sümer) ve Mezopotamya'ya doğru gittiklerini tasavvur etmek için büyük bir deha olmaya gerek yoktur. Çünkü nehirlerin doğduğu yerler ve uzunlukları Sibirya ırmaklarını hatırlatmaktadır.  Onların bu yerlerde kendilerinin ata yurtlarının tabiatına has manzaraya rastlayabilmeleri tabiî idi.

 E.Rogozina, Castren incelemesinde dünyanın yaradılışından, yahut da umumî bir afetten bahseder. Burada anlatılan su baskını, onların ecdatlarının Altay civarında yaşadığı yer hakkındaki efsane için kıymetli sayılır. Bu, Sümerlerin “Gılgamış”ı daha doğrusu“Bılgames”idir. 

Esasında bu, Akadlarca yaratılmışlar, baş kahramanı da Gılgamış (Ölmeyen Adam/Herkesi Gören Adam) olmuştur. Destanda da umumî afet olan subaskını hakkında rivayetler vardır. 

Ötnapistum'un Gılgamış'a söylediği su tufanı hakkındaki kaynak, eski bir yazmadır. Gılgameş'e göre bu tufanla ilgili Nuh Aleyhisselâm hakkındaki rivayet, Yahudîlere “Tevrat”la malûm olmuştur. Su tufanı hakkında “Tevrat”tan daha eski kaynak olarak 1960'lı yıllara kadar bu destan kabul edilmiştir. 

Babildeki Anişurbinapli kütüphanesinin bir kısmı bulununca, en eski kaynağın Gılgamiş destanı olduğu kesinleşti. Burada dikkati çeken şey, E.Ragozino'nun da muhtemelen buna dayanarak Sümerleri Türk kavmi olarak kabul etmesidir. Su tufanı hakkındaki efsaneleri mukayese edildiğinde, bunlardaki benzerlik artık tesadüfî bir benzerlik olmaktan çıkar. 

İlk önce su tufanıyla ilgili Altayların efsanelerini ele alalım: 

Tufan olacağını ilk önce demir şoklu, mavi tüylü bir teke haber vermiştir. Mavi teke yeryüzünü yedi gün dolaşarak bağırır. (Demir şoklu, mavi teke bize göre totemlerdeki tanrılardan biri olmalıdır.)

Sonra da müthiş bir soğuk başlar. Yedi aziz kardeş vardır.Onlara tufan olacağı haber verilir. Erlik, Ölgen'de (tufandan sonra tanrı huzuruna geçerler.) olan ağabeyiyle bir gemi yapar. Her tür hayvandan bir çift alıp gemiye koyarlar. Tufan bittikten sonra Ölgen, bir horoz gönderir. Horoz soğuktan ölür, sonra da bir kaz gönderir. Kaz da gemiye dönmez. Üçüncü defa bir şahin (kuzgun) gönderir. O da gemiye dönmez. Çünkü o, bir leş bulup yemeye başlamıştır. Kaz karanın görüldüğünü fark eder. Bu yedi kardeş gemiden çıkarlar. 

Bir başka Altay efsanesinde tufan şöyle tasvir edilir: 

“Ölüler dünyasındaki Namo adlı adama tufan olacağı söylenir. Ondan bir gemi yapması istenir. Namo'nun Boliksa, Sorul, Saozunul adlı üç oğlu vardır. Hepsi bir araya gelerek bir dağın tepesinde gemi yapar. Onlar, gemiye insanlardan ve diğer canlılardan birer çift alırlar. Daha sonra tufan başlar. Namo'nun gözleri iyi görmemektedir. Gemidekilere “Bir şey görüyor musunuz?”diye sorar. Efsanedeki söylenişe göre Namo'nun gemisi tufana dayanır. Nihayet su azalınca gemi, Jumalay (Gimalay) ve Tulutti dağlarına oturur. Namo da birinci efsanede olduğu gibi karayı bulmak için ilk önce şahini (kuzgunu), sonra kargayı, daha sonra da saksağanı gönderir. Dördüncü defa da bir güvercin uçurur. O da karayı gördüğünün müjdesiyle döner. Tufandan sonra Namo, tanrıların yanında yerini alır (Radloff ve İz Sibiri, 1989). 

Tufan hakkında diğer Türk boylarının da efsaneleri vardır. Ama burada Sümerlerin su tufanıyla ilgili efsaneleriyle karşılaştırılmak üzere Altayların efsaneleri esas alındı. Sümerlilerin su tufanı hakkındaki efsanesiyle Altay efsanelerinde sadece sanat manzaraları, kahramanları ve hareketlerinin netliğiyle dikkat çeker. 

Bu da şuna bağlıdır; Gılgamış hakkındaki destan Sümer Ra'ları tarafından tekrar tekrar söylenmiştir. Sonuçtada yazılı hâle getirildiği zaman icracıların güzel ifadeleri karışmıştır. 

Milâttan önceki 2100 yılından daha da önce bir çömleğe yazılmış olan ve Pensilvanya Üniversitesi profesörü Gilpreht tarafından tetkik edilen Sümerce su tufanı efsanesi, Gılgamış'ın ya da başka bir eserin bir kısmı olabilir. Belki de bu, Gılgamış hakkında bulunan beş koşuğun devamıdır. Bu konuda hâlâ ortak bir görüşe varılamamıştır. 

Ana efsane, Sümerce yazılması yönüyle de kıymetlidir. Efsaneye göre Zingiddu veya Zinzuddu tanrılarının huzurundaki itaati, ibadetinden dolayı tufan olacağını haber alır ve büyük bir gemi yapar. Tufandan da bu sayede kurtulur. Çömleğe yazılmış olan efsane şöyledir: 

“Tipi ve tufan, yeryüzünde yedi gece yedi gündüz sel şeklinde devam eder. Gemi ise azgın dalgalara çarparak yüzmeye devam eder. Sonra Tanrı-Güneş görülür. Bu, aleve ve güneşe sığınan, onları tanrı bilen ecdatlarımızı hatırlatır. Sonra Zinzuddu güneş tanrısına, koyun ve öküzü kurban eder. Zinzuddu, tanrıların ebedî yaşama mükâfatına nail olur (Avdiyev, 1948b).

Akadların “Ölmeyen Adam” destanında da bu Sümer destanıyla benzerlikler görülür. Ab-ı hayat içerek, ebedî hayata erişen Ötnapiştum'un ebedî hayatı arayışı, Gılgamış'taki su tufanını andırır. 

Biz, burada efsaneyi tam vermek yerine onun kısa bir özetini veriyoruz: 

Tanrılara itaat ve ibadet eden Ötnapiştum, tanrıların yardımıyla bir gemi yapar ve ona bütün canlılardan birer çift yerleştirir. Tufan başlar. Gemi yedinci gün bir dağın yanında durur. Ötnapiştum karanın görünüp görünmediğini öğrenmek için önce bir güvercin, sonra kırlangıç, daha sonra da bir karga uçurur. Karga, karanın gözüktüğünü haber verir. Dağda Ötnapiştum, tanrılar adıyla kurban keser. Tanrılar daona, ebedî hayatı bağışlarlar.

Bu efsanenin metni Babil kütüphanesinde muhafaza edilmektedir. 

Gılgamış hakkındakiSümer ve Akad destanlarının Küçük Asya'daki mitlerin tamamında, dolayısıylaYahudî, Yunan mitlerinin meydana gelmesinde de, tesiri vardır. Bunları göz önünde bulundurarak Ötnapiştum efsanesiyle “İncil”deki Nuh (Noy) peygamber hakkında anlatılanları karşılaştırırsak, bu iki efsane arasında hiç bir fark olmadığını görürüz. 

Hatta şunu da söyleyebiliriz: “İncil”deki Nuh (Noy) peygamber hakkındaki bölüm, “Ölmeyen Adam” destanının kelimesi kelimesine tekrar edilen nüshasıdır. Kur'an'da geçen bazı ayetlerde ve Muhammed Aleyhisselâmın hadislerinde, Musa peygambere indirilen mukaddes kitabın sonradan bozulduğu ve değiştirildiği geçmektedir. 

“İncil”in su tufanıyla ilgili bölümünü okuduğumuzda, hem Sümerlerin maddî ve manevî başarılarına, hem de bunun yazılı kaynaklarının varisleri olan Babillilerin tesirinde şekillenen Yahudî mitolojisinin ifadesi olduğuna şahit oluruz.

C. Frezer ise bu benzerliği doğrudan doğruya “aynen tekrarı” diye değerlendirir (Ragozina, 1903).

Sümer ve Akad efsanelerini örnek almamızdaki gaye; aslı Sami dilleri grubuna mensup olan Akadlar’ın M.Ö. 5000 yılından 2000 yılına kadar geçmişteki binlerce yıl içinde Sümerler’in tesirinde şekillenerek, devletlerinin adını da Sümerce adlandırarak Sümer tanrılarını ve mitolojisini kendilerininki gibi benimsemeleridir. 

Bundan dolayı Akad kaynakları, Sami dilindeki halkların mitolojisi olarak değil, Sümerler mitolojisi niteliğinde değerlendirilmelidir. 

Altay ve Sümerlerin su tufanı hakkındaki efsanelerinin umumî benzerliklerinin dışında hareket, olay, hatta bazı ayrıntıları bile aynen tekrarlanır ki, buna da "tesadüftür." demek çok zordur. 

Kuşun uçuruluşu, uçurulan kuşların birbirine benzer olması, her iki efsanede de geminin dağa ulaşarak durması ve neticede her iki efsanede de ebedî hayata/tanrılığa ulaşılması -ebedî hayatın sadece tanrılara has özellik olduğunu da dikkate alırsak, Namo, Ölgen, Erlik’in tanrı olmasıyla Zinzuddu ve Ötnapiştum’un ebedî hayata ulaşmaları arasında fark olmadığını, belki de aynı şey olduğunu anlarız- iki efsanenin kaynaklarının aynı olduğunu gösterir. 

Bunun dışında her iki efsane Türklerde Nuh peygamber hakkındaki rivayetin “İncil”e kadar da malûm olduğunu gösterir. Binlerce yıl boyunca sözlü gelenekte ağızdan ağıza dolaştığı için isimlerin değişmiş olması tabiîdir. 

Her iki efsaneyi de birleştiren bir başka kaynak da“Kısasü’l-Razguzî”dir. Bu eserde Türk kavminin kökünün Nuh peygambere bağlanması, bu meselenin açıklığa kavuşturulmasında bize yardımcı olur. 

“Kısasü’l-Razguzî, Şecere-i Terakime, Oğuzname” ve benzeri birçok eserde Türklerin atasının Nuh'un oğlu Yafes olduğu geçer. Su tufanından sonra Nuh, en küçük ve çok sevdiği oğlu Yafes'e, Turan yerini verir. Orada Yafes’in evlâtları dünyaya gelir. 

Türk şeceresinde bütün asırlarda işte bu soy ağacı örnek alınır. Eğer Türk, Yafes’in oğlu ise Nuh peygamber hakkındaki efsanenin Türklerde ağızdan ağıza dolaşarak günümüze ulaşması doğaldır. İşte bu dönemlerde isimlerin değişmesi de tabiîdir.

Tufan hakkındaki efsanelerin benzerliği, bize mitolojik tasavvur ve düşünceleri mukayese etmeye imkân sağlar. Olcas Süleymanov, Sümerlerin mezarından bulunan eşyaları, Altayların mezarlarından bulunan eşyalarla karşılaştırarak, bunların birbirine çok benzediğini tespit etmiştir. 

Özellikle, Sümerlerin hayat veren tanrıçası İştar hakkındaki tasavvurlar Türk boylarınınkine çok yakındır. Moğolistan’dan Macaristan'a kadar kadın tanrıçaların heykelleri bulunmuştur. 

Onların mitolojik vazifeleri İştar'un vazifesiyle aynıdır.Türklerin bereket/üretim tanrıçası Umay'ın, hem hanedanın hem de çocukların tanrıçası sayılmasını da buna ekleyebiliriz. 

Çocuk görme, ölümden kurtarma, Umay’ın vazifelerindendir. O, hayat veren İştar’u hatırlatır. 

Altay mitlerinde Ölgen, gök ; Erlik Han yeryüzü tanrısıdır. Sümer mitlerinde Enlil, gök tanrısı; Enki ise yeraltı tanrısıdır. 

Türkler eskiden dünya üç âlemden ibarettir diye tasavvur etmişlerdir: gökyüzü, yeryüzüve yeraltı... 

Sümerlerde de aynı şey söz konusudur. 

Türkler güneşi mukaddes sayarlar,ona tanrı derler. 

Sümerlerde de güneşe tanrı denir. 

Hatta Ötnapiştum’la ilgili efsanede Güneş-Tanrı’ya kurban kesildiğini bile okumuştuk. 

Türkler yeraltı dünyasına “Gidilse Dönülmez Ülkesi” demişlerdir. 

Aynı adlandırma Sümerlerde de vardır. 

Sümerce ve Türkçe arasındaki benzerlikler, efsaneleri, kozmogonik bakışları, dünya hakkındaki düşünceleri, örf-âdetleri mukayese edildikçe çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 

Dolayısıyla, Türk âlimleri “Sümer-Türk Devleti”, “Sümerce-Türkçe”konusundaki görüşleri çoktan kabul etmişlerdir. 

Murat Uraz, Sümer efsaneleri eski Türk efsaneleriyle karşılaştırdığında söz konusu efsanelerin kaynaklarının bu olduğu kanaatine varmıştır. 

O, Türk boylarının efsanelerindeki mağara, dağ, Tanrı benzerlikleri ve kötü ruhlar, yeraltı dünyası, gökyüzü (felek), dünyanın yaratılışı, tabiatla olan münasebetlerindeki benzerlikleri ortaya koymuştur. 

Biz, Türklerin ve Sümerlerin âlem hakkındaki düşünce ve tasavvurlarını, onların mitolojisi hakkında ayrı bir makale yazacağımız için bu yazımızı mitlerdeki genel benzerliklerle sınırlıyoruz. Çünkü elimizdeki belgeler, Sümerlerin Türk kavmi olduğu konusundaki faraziyenin hakikate yakın olduğuna dair esas belgelerdir.


Doç.Dr. Cabbar IŞANKULU
Aktaran: V. Savaş YELOK
G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili Bölümü Ankara-TÜRKİYE
G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 3 (2002) 183-197



DİPNOTLAR:
1) Sümer ve Türk mitolojisinin mukayesesini sonraki makalemizde inceleme düşüncesinde olduğumuz için burada geniş bir şekilde ele alınmamıştır.
2) Age. 
3) Bugüne Murat Uraz 9 Mart diyor. Anlaşılan o, ay ve güneş yıllarına göre hesaplama yaparken yanılmıştır. Çoğuna göre bugün 19-21 Marta tekabül eder. Yani yeni gün önceden 21 Mart, yaniNevruz günü sayıla gelmiştir.
4) Age., s. 16


KAYNAKLAR
Süläymanov, U., 1975, Azi Ya, Alma-Ata. 
Uraz, M., 1991, Türk Äsåtirläri, Sirli Åläm Curnäli, s. 1-17.
Ävdiyev, V. İ., 1948a, İstoria Drevnogo Vostoka, OGİL, Gospolitizdat, s. 41.
Kâşgarlı Mahmut, 1960a, Divanü Lugati’t-Türk, c. I, s. 40. Kâşgarlı Mahmut, 1960b, Divanü Lugati’t-Türk, c. III, s. 252. 
Alpåmiş Dåstånı, 1998, Tåşkent, s. 97.
Epos O Gılgameşe, s. 12.
Kâşgarlı Mahmut, 1991, Divanü Lugati’t-Türk, c. I. 
Änoxin Ä. V., Materialı Po fiamanstvu Altaytsev, Sb. MAE., c. IV. 
Sülåymånovä F., 1991, fiarq va ⁄arb, Fan., Tåşkent, s. 11. 
Pyankov İ. V., 1978, Antiçnost İ Antiçnie Tarditsii V Kulture İ İskustve Narodov Sov.Vostoka M., s. 184. 
Arxialogiçeskix S. L., 1961.
Ayyår, M., 1988, Özbek Xalk İcådi, T.
Radloff V. V., İz Sibiri, M., 1989, s. 421. 
Ävdiyev, V. İ., 1948b, İstoria Drevnogo Vostoka, OGİL, Gospolitizdat, s. 23.
Ragozina, Z., 1903, İstoriya Xaldei, Spb., s. 160-170



Özbek Türkçesinden aktarılan bu makalede Türk dili ile Sümer dili arasındaki ilişkiden yola çıkılmıştır. Yazar sadece ortak kelimeleri değil Türk boylarının destanları ile Sümer destanları arasından benzerlikleri esas alarak, Sümerler ile Türkler arasındaki akrabalığı tespite farklı bir yönden yaklaşmıştır.



11.Tablet, Sumer Gılgamış/Bilgameş ve Tufan


____________________














(...) Altayların güneyinde , Tiyenşan'da Çinliler ve müslüman yazarlarca korunan bütün töreler, burada hatırlanmayacak kadar eski zamanlarda oturan TÜRK-TATAR TOPLULUKLARIN EN ESKİ TARİHLERDEN İTİBAREN DEMİR İMALATIYLA MEŞGUL OLDUKLARINI VE YÖNTEMLERİNİ ÇOK İLERİ AŞAMALARA GETRİDİKLERİNİ GÖSTERMEKTEDİR.

Bunlar, Çindeki Miao-tseu'lerin ve Yunan ve Latin yazarların Seres (Kuzey Çin Halkları) dedikleri grubun bir kısmını oluşturan Tibetli kabileler içinde yer almaktadır. Bahsettiğimiz Miao-tseu'ler Çin göçünün ulaşmasından önce, yani İSA'nın DOĞUMUNDAN EN AZ YİRMİBEŞ ASIR ÖNCE, DEMİRİ İŞLİYORLARDI . 


Lenormant
devamı için




.....









Arimaspiler, Dağlı Altaylı İskitler




Eski Yunan kaynaklarında da doğuda; mutlu, güzel, müreffeh Giperlera halkının yaşadığı hakkında kayıtlara rastlanır (Kaşgarlı, 1991)

Milâttan önce VII. yüzyılda doğuya seyahat eden Yunan Aristey'in hatıralarında da bunun gibi bilgilere rastlanır (Änoxin). Aristey, bu seyahatini destan olarak anlatmıştır. Bu destan, Türklerin yurdu hakkındaki en eski yazma kaynaklardan biridir.

Aristey, “Arimaspeya” destanındaki Arimasplar için "Onlar, sıradan insanlar değil, ilâhî güç ve kuvvete sahip halktırlar." der. 

Destanda bu halk, demirciliği, büyücülüğü, aleve hâkim olmayı bilir. Yurtları cennet gibidir ve insanları tek gözlüdür. Kaynaklarda tek gözlüler hakkındaki mitlerin tarihî esasa dayandığı yazılmıştır (Sülåymånovä, 1991)

Özellikle Türk kavimleri, başlarına demirden miğfer giymişlerdir. Bunu yanlış yorumlayan Yunanlılara Arimasplar, bir gözlü devler şeklinde tecessüm etmişti. 

Umumî olarak Aristey'in doğu hakkındaki destanı, Yunan edebiyatına büyük bir ölçüde nüfuz etmiştir. Orada Arimaspların sihirli güce sahip olduklarından bahseder. Cennet gibi yurt hakkındaki bu kaynak, demirciliğin ve medeniyetin vatanının Orta Asya ve Altay etrafındaki yerler olduğunu belgelemektedir. 

Kuzeyde bulunan "cennet gibi yurt" hakkındaki rivayetlere Çin kaynaklarında da rastlanır. Eski Çin mitlerinde; "kuzeybatıda çok zengin, müreffeh ve güçlü İmu memleketi vardır" denir. İmu, tıpkı Aristey'in tasvir ettiği gibi tek gözlüler memleketidir.


Doç.Dr. Cabbar IŞANKULU'nun
Kaybolan Cennetin Peşinde Makalesinden
(bir sonraki yazı)



İlk antik Yunan kaynaklarına göre bizim merak ettiğimiz topraklarda İssedonlar, bir gözlü Arimaspiler, ve "Altını Muhafaza Eden Akbabalar" yaşıyordu. 

İlmi araştırmalara dayalı olarak Arimaspilerin Doğu Kazakistan'da oturan göçebeler olduğu bilinmektedir, efsanevi "Altını Muhafaza Eden Akbabalar" ise dağlı Altay İskitleridir.

Eski zamanlarda Dağlı Altay'da altın çok miktarlarda çıkarılmıştır. Arimaspiler, hem arkeolojik hem de antropolojik açıdan Pazırık kültürüne sahip göçebelerdir ve Dağlı Altay İskitleri ile aynı köktendir.

Dr. Kılıç OSMANOV'un BOZKIR KAVİMLERİNDEN AZLAR makalesinden.  link:

Hermitage Müzesi, anahtar kelime : Arimaspi


___________________





Türkic and Greek Languages




Türkic and Greek Languages
Valentyn Stetsyuk
Research of Prehistoric Ethnogenetical Processes in Eastern Europe
Book 2,Lviv 2003


The reconstructed Herodotus World Map ca 450 BC shows the world as it was known to the Greeks at the time. A major portion of the tribes listed by Herodotus north-east of the Greek world constitute tribes that either have direct Türkic names (Budini = People, Gelones = Snake, Iurcae = Nomads, Arimaspi = Half-Eyed, Sauromatae = Saddlebagged, Agathyrsi = Tree People, Scythians = As-Guzes), or the tribes whose Türkic affiliation can be reasonably reconstructed (Neuri, Issedones, Saspirians, ) or at least suspected (Androphags, Melanchlaeni, Argippaei). It is quite possible that somewhat derogatory connotations of some names (like Budini, Iurcae, Arimaspi, Agathyrsi) indicate exoethnonyms of Türkic origin, and the peoples themselves may have been non-Türks, and conceivably Finno-Ugrian, Germanic or Baltic tribes. 

The Greeks, a confederation of maritime tribes, by the Herodotus time had about a millennia of the coastal colonization, and they had inevitably absorbed voluminous word loans from the aboriginal populations of the coasts and the adjacent lands. These borrowings were profound and documented in the religious area, where the majority of the deities are from the known non-Greek extraction. The Greeks, widespread along the coasts of the Mediterranean, Marmora, Black and Azov seas, with their intrinsic material and spiritual culture, and trading contacts across all the waterways of the Mediterranean, were a powerful force in spreading its borrowings throughout the western and the eastern Europe. In the word list assembled by V. Stetsyuk in his book, a number of the Türkic borrowing words were further propagated by the Greeks into Romance and Slavic languages directly, and into Germanic languages via the Latin intermediaries.

Not all Türkic loan words were documented in the Greek written sources, and not all of the documented words were analyzed for a possible source, so the following list is only a part of a prospective complete listing. We know some other evident borrowings which were not included in the list below, the borrowings which clear Türkic etymology contrasts highly with the absence of any believable IE etymology, like Hercules and taur and Taurus and Scyth and many others. However, even this partial list can be a first stepping stone for a statistical re-evaluation of the etymological sources of the Greek language.

In this miniscule sampling, the semantical depth and width are astounding. The hippodromes operated in Kentucky and California come from the Greek ippodromos that came from the Türkic jabu, horse. The kaleidoscope of the names for a horse in the IE languages, aspa/horse/loshad etc. indicates a clear borrowing, and the unity of the term jabu in the Türkic languages indicates as clearly the source. We are so mush ingrained with the knowledge that a horse in Greek is ”ippo”, that neither the Greeks, nor us can even imagine the time when the Greeks did not have this word. Even though some words may be alleged to be late borrowings, there are those that exclude that possibility, like the ”ask”, ”barley”, ”bile”,... ”horse”...,etc. These are the terms without which not a single agricultural and pastoral society can exist at any stage of their development.

The etymology of the name ”Greece, Greek” is enigmatic. The Greek general endoethnonym is ”Hellenes”, which has no phonetical connection to the word ”Greeks”. The Greek tribes used a number of tribal ethnonyms, Dorians, Achaeans, Ionians, Tyrians and others. The common Türkic name for the Greece is Yananistan, for the Greeks is Yananli, Yanan being a dialectal pronunciation for Ionia. It is probably clear, that the origin of the name Yanan dates back to the times when the Greek tribal names predominated, prior to the expansion of the Alexander the Great. In the Greek sources it was Aristotle (384-322 BCE), who in his ”Meteorologica” I, xiv, first used Graikhos as synonymous to Hellenes, Aristotle wrote that Illyrians originally used the name Graikhos for the Dorians in Epirus, from Graii, the native name of the people of Epirus, in the north western corner of Greece on the Ionian Sea and west of Thessaly. 

Naturally, the modern scientists take that statement with a grain of salt, because the widespread usage of this exoethnonym between completely unrelated languages would hardly originate from such a single center. On the other hand, this classical evidence might confirm that the exoethnonym came from the Balkan populace, which at that time had Scythians bordering on the Macedonia. It would be natural for the Scythians to use both terms, ca. Yanan and Kresh for their Ionian neighbors and the Hellenes at large.

The modern theory of the German historian Georg Busolt, 1850-1920, derives ”Greeks” from Graikhos ”inhabitant of Graia” (from ”gray”), a town on the coast of Boeotia, the central area of the ancient Greece around the city of Thebes, which was the name given by the Romans to all Greeks, originally to the Greek colonists from Graia who helped found Cumae (9th c. B.C.E.), an important city in the southern Italy where the Latins first encountered the Greeks. In accordance with this theory, the name was re-borrowed in this general sense by the Greeks. Considering that the Greeks were already colonizing the Apennine peninsula for a few centuries prior to the 9 c. B.C.E.,the Greeks' widespread presence in the Mediterranean before that, and the 4th c. BC statement of Aristotle, this theory ascribes too much weight to the 9th c. BC pre-Roman Latins in spreading the term, and to the Greeks for universally adopting it from a minor neighbor of the times, even to pretend to reflect the real etymology.

The Scythians had a long history of contacts with the Greeks (see Kurgan Culture in Neo- & Mesolith), their symbiosis already had a millennia by the time of the Romans' arrival to the world scene. The huge steppe and forest-steppe zone settled by the Scythian tribes would help the moniker for the Greeks to be spread, if they had one, over great distances and many vernaculars. And it just happened that the Hunno-Bulgars give us a hint, calling the Greece: ”Kryash”, the same name as they call Crete, Kresh. That the name Kryash was deeply entrenched in the Scythian culture is confirmed by the name of the Crete, Kresh, and the name of a street and a plazza in Kyiv, Kresh (Slavicized ”Kreschatik”) both ascend to the Türkic Bulgarian term for wrestling. And it would be possible to accept that the Cretans' name has spread to all the Hellenes, propagated by the Scythians from the outside of the Greece, and as well from the inside of the Greece, Persia and Rome, each of these powers employing Scythian mercenaries en mass and for centuries on.

Evolved in the Apennine peninsula, the initial Latin root of the Romance group of languages evolved from the Greek and Tyrrhenian (Etruscan) environment absorbed in the proto-Latin dialects of the Apennines. In later times, when the Rome power extended way beyond the Apennines, the Türkic, or, using the terminology of the times, Scythian borrowings could have found a way to be absorbed into the mainstream Latin from the Scythian mercenaries documented as serving in the Roman army, but the initial borrowings must have come from the the Greek and Etruscan, and the tribes absorbed into the Roman local population, and from the trading contacts with the carriers of the Türkic languages of the time.

The legacy of the Latin lasted for another millennia after the disintegration of the Roman Empire. As a universal lingua franca, the Latin was the language of state administration, jurisprudence, culture, science, literature and religion in most of the countries of the western and central Europe, with some vestiges extending into the New Times. Thus, Latin was instrumental in spreading its Türkic via Greek borrowings throughout not only the western, but also the eastern Europe. And the Latin disseminated its Türkisms deep and wide, dispersing them into Germanic, Celtic, Scandinavian, Baltic and other languages, where they can be discerned by their etymological roots ascending to the Latin language (like the borrowing of the word ”use” in English).

A very important aspect is the direction of the borrowing. The first criteria is usually the etymology, when a word has a clear meaning in one family and as clearly does not have a meaning in another family, like the Agathyrs, Budini and Iurks in the example above. Another direct evidence is the tracing in the literary sources. With the absence of the direct evidence, the accepted criteria is the distribution of the word in the compared source families of languages. For example, if the word ”casa” = ”house, home” and its derivatives are found in the majority of the Indo-European family of languages (say, in 50 out of approx. 70, or approx. 75%), and only in a few non-IE languages (say, in 2 out of 20, or approx. 10%), the preponderance of the evidence justifies assumption of the direction of borrowing from the Indo-European to the non-IE languages, and not in the opposite direction. Thus, each found borrowing has to be assessed for the direction of the borrowing. Naturally, this assessment frequently shatters the settled conceptions, which in the remote past boldly assumed that the direction of the borrowing was from the language family of the researcher to the other families. Another accepted indicator of the direction is the semantical direction from a general to a more specific, or from a specific concept to a general concept, like the generic Türkic ”tree”, agach, becoming a name of a tree species, acacia, apparently by the same way as the generic ”maize” became a type of corn in the borrower languages. An opposite example is the conversion of the specific name into a category name, like the proper name Caesar becoming Kaiser in German and Tsar in Slavic.

The unfortunate double/triple translation in the list below (for example, Greek => German, German => Russian, Russian => English, or Cyrillicized Tatar => Russian, Russian => English) may lose some semantical precision, but still would preserve the meaningful essence of the words.

The spelling of the Cyrillicized Türkic words in the Russian sphere of domination is transcribed from the Greek-based quasi-Cyrillic to English, performed by V. Stetsyuk in his original work. The accuracy of all these transformations would suggest a possibility of alternate spellings for the most of the cited words.

Greek letter ”xi, ksi” is replaced with its phonetic equivalent ”ks” to avoid misinterpretation. Both w (o-mega, or omega, large o) and o (o-micron, or omicron, little o) are transcribed with English ”o”.


Valentyn Stetsyuk, Lviv; Ukraine



personal site:link

_____________________




12 Aralık 2013 Perşembe

ETRUSCANS ; TURKIC/TURANIAN PEOPLE....



Dancers and a harpist on an Etrsucan fresco from Tarquinia, Italy. c.465 BC.
Tarquinia was a principal city of the Etrsucan people, who inhabited parts of modern day Tuscany and Umbria from th 8th to the 2nd centuries BC. 



"That the Etruscans were Turanians, 
and that they belonged to the North Turanian or 
Altaic branch the Turanian stem, 
cannot be denied."

(Victoria Institute (Great Britain) , journal of the Transactions of the Victoria Institute, Or Philosophical Society of Great Britain, Band 10, BiblioBazzar, 2009, p.200)


_________________________


"the Etruscan worship of ancestors was clearly 
a Turanian custom, 
and many of their official titles were of Hittite origin. 
As the Hittites were the chief builders, 
traders and civilizers of Western Asia, 
so the Etruscans were the leading builders,
 traders and civilizers of Western Europe. 
But the Etrsucans differed from most Turanian nations, 
by being a naval people"

(The London quarterly review, vol 86, Epworth Press,1896,p231)


__________________________


"Year 1995 : 
After a week-long meeting in İtaly (Florence) Prof.Dr.Giovannangelo Comporeale, 
one of the most authoritative scientists regarding Etruscan studies, agreed to the fact that ancient Etrsucan inscriptions 
were written in Turkic tounge"

(Prof.Dr.Turgay Tüfekçioğlu, Etruscans, Orkun Publishing)


____________________________


(...) the Etruscans appear to be an original Turanian race 
which formed the underlying stratum of population 
over the whole world, 
and which cropped up, 
like the Basques in spain, 
in that part of taly and Etruria."

(Hodder M.Westropp, Handbook of Egyptian, Greek, Etruscan and Roman Archeolohy, Kessinger Publisching, 2003, p.482)








_________________________


"In the ancient world the typical Turanians were the Egyptians; 
in the modern, the Chinese and Japanese, 
and perhaps the Mexicans. 
The Turanians existed in the valley of the Euphrates 
before the Semitic or Aryan races came there (...) 
The oldest people in Europe of this family are the Pelasgi 
and the Etruscans. 
The race also appears in the Magyars, Finns, and Lapps, 
but ultimately they were everywhere overpowered 
by the Aryans who drove them into remote corners."

Moses W.Redding, Illustrated History of Freemasonry, Kessinger Publ.1997, p.194



Illustrated History of Freemasonry, 1910 - Sayfa 194 - 

Moses W. Redding - 1997 - Body, Mind & Spirit

The Turanian races were the first to people the world beyond the limits of the ... in the valley of the Euphrates before the Semitic or Aryan races came there.


Illustrated History of Freemasonry, 1910 - Sayfa 194 - 
Moses W. Redding - 1997 - Body, Mind & Spirit

The Picts, or Pictish, were a Celtic race, and were first known to history in the ... The oldest people in Europe of this family are the Pelasgi and the Etruscans. The race also appears in the Magyars, Finns, and Lapps, but ultimately they were everywhere overpowered by the Aryans who drove them into remote corners.


______________________


To point the similar political systems used by 
the Turks and the Etruscans 
and that there is a substantial connection between 
the Etruscan 'Fanum Voltumnae' 
(yearly political assemblies) and 
the 'Kurultay' of the Turks, it is ample to cite Deguines, 
De Groot and Klaproth :

+ J.Deguines "Histoire des Huns, Des Turcs et des Mongols" Paris ,1856
+De Groot , "Die Hunne der vorchristlichen Zeit" Berlin, 1921
+ H.J.Von Klaproth, "Memoire sur l'identite des Toukiou et des Hioung-Nou avec les Turcs", Paris 1925


_____________________


"The Etruscans, the inhabitants of the greater part of Italy, 
were a Turanian people, migrating from 
Asia Minor about Etruria (...) 

American architect and architecture Bande 33-34, The American architect, 1891 p.134


____________________


THE ETRUSCAN LANGUAGE - Isaac Taylor

Putting aside the languages of such impossible races, the languages of Europe and Asia divide themselves into three grand divisions:—

I. The Aryan or Indo-European languages,—such as Sanskrit, Persian, Greek, Latin, German, Russian, or Welsh.

II. The Semitic languages,—such as Phosnician, Hebrew, Arabic, and Assyrian.

III. The Turanian languages, comprising the various Finnic, Turkic, Mongolic, Dravidic, and Malayic dialects.

But if it be admitted, as it must be, that the Etruscan numerals are decisively Turanian, it follows, I think, without further evidence, that the Etruscan belongs to the Turanian family of languages.



__________________________


"We quite agree with this, for the Turanian origin 
of the Etruscans is well established"

The London quartly review, Vol.86, Epworth Press 1896, p.231


________________________


"The Turanian type of the Etruscans, 
and the Etruscan character of their language, 
are fully treated by Dr.Isaac Taylor, 'Etruscan Researches' 1874, with his pamphlet on the 'Etruscan Language' 1876" 

"We gather from this language 
(especially from the known numerals) 
that they were of Altaic, or Turanian stock, 
like their Asiatic neighbours the Hittites and Kati" 

(...) even the Rhati in the Alps were civilised by them and retained the Tuskan language. 
(...) The word 'Tus', whence Tuskan, apparently means 'south' as in Turkish dialects.

"In the Etruscan confederacy of 12 cities each king was independent and all were allied for war an universal 
Turanian custom which we may trace among 
Hittites, Akkadians and non-Aryans in India (...) 
The word 'Vol' appears to be the Turkish 'aul' and Akkadian 'alu' 
for a 'camp' or 'city'. 
This system of government among Turanians proved too weak to resist the empires of united races, whether Semitic or Aryan.


Like other Turanians the Tursenoi or Etruscans were highly religious or as we should call them superstitious


The names of the gods of Etruria are explained by Dr.Isaac Taylor and others, by aid of Turanian languages.
Tina, the sky spirit (Tatar Turkish Tin)
Summano (Mongol sumans,Lapp Tuman , 'holly')
Usil, the rising sun (Finnic Usal, Asal 'morning' or Turkish Işıl or bright)
Tushna, the midday sun (Tatar Turkish Tus'south')
Janus, the god of creation (...) (Tatar Turkish Jen 'god')
Sethluns was Vulcan (from Set of Süt, Turkish to burn)
Sancus was a Sabine god (Akkadian San, Turkish Sang 'mighty')
Thana was Diana (Tatar Turkish Tan 'light' or Yacut/Sakha Turkish ting 'dawn')
The Lares were spirits as were the Penates (Tatar Turkish ban 'spirit')


The Greeks equally owed many of their deities, and early arts, to the congers of the Tuskans in Asia Minor.
 The mythology of Etruria points to an Eastern and 
to a Turanian origin.



J.G.R.Forlong, Encyclopedia of Religions or Faiths of Man, part 2, Kessinger Publisching,



____________________________


"Unless a great substratum of the inhabitants of Greece 
belonged to the Turanian family, 
their religion, like their language, 
ought to have presented a much closer affinity to the 
earlier sriptures of the Aryan race than we find to be the case. 
The curious anthropic mythology of the Grecian Pantheon 
seems only explicable on the assumption of a petential 
Turanian element on the population, [...]." 

(James Fergusson, Tree and serpent worship, or, Illustrations of mythology and art in India in the first and fourth centuries after Christ: from the sculptures of the Buddhist topes at Sanchi and Amravati, Asian Educational Services, 2004, Reprint London 1873 edn., p.13)



_____________________


"Working with linguistic evidence and etymological "method", Georgiev asserts that the Etruscans were none other than the Trojans, the legendary founders of Rome." 

(Philip Baldi, The foundations of Latin, Walter de Gruyter, 2002, p.111- Professor, emeritus of Linguistics and Classics. Department of Classics and Ancient Mediterranean Studies (CAMS) Pennsylvania State University)



_________________________


"Among the cleares philological indications are the use of postpositions and agglutination, with words such as (...)

+Tarkon - chief (the Hittite Tarkhun, Turkish Tarkhan)
+Charun (Turkish Khar-un means evil god)
+ Clan 'son' (Turkish oglan means boy)


___________________________


"Nothing can prove more clearly the Turanian origin of the Etruscans than the fact that all we know of them is derived from their TOMBS"

James Fergusson, A History of architecture in all countries, J.Murray, 1865 ,p.257



_______________________


Anatolia was home to Etruscans at least in 5000-6000 BC. 
and later in 3500 BC.to the Sumerians and the Cimmerians in later periods.

Turkic World Researc Foundation , the Turkic World Research, 
Vol 124-126,2000 p.25



______________________


It is also worth mentioning that modern Tuva, a Turanian people, call their shamanic protector spirits érénï - 
a cognate term for the ancient Hellenic erinnyes, 
which were dark "Fury" spirits that punished and pursued sinners 

(see: "Shamanism" by Mircea Eliade, p.498)



______________________


Initial analysis of ancient DNA suggest that the Etruscans 
(or at least the elite) did form a relatively 
closeknit biological population, 
shared some characteristics with the Turkish area 
of the eastern Mediterranean.

Simon K.F.Stoddart, Historical dictionary of the Etruscans, Scarecrow Press, 2009 p.88


700BC Etruscans borrow alphabetic writing from Greeks, and become first people in Italy to write


DİD NOT BORROW FROM GREEKS, 
GREEKS BORROWED FROM THEM. (SB)


____________________


The shortest genetic distances between the Etruscan and modern populations are with Tuscans ( Fst=0,036 ; P=0017) 
and Turks (Fst=0,037 ; P=0001) ; 
values of Fst <0,050 
were also observed for other populations of the 
Meditarranean shores and for the Cornish

The Etruscans : A population -Genetic Study, The American Society of Human Genetics, 2004


_____________________


Moreover it is more than probable that the stem 
"Tur-2 (> Tur anians) 
is also the basic of the name of the Turks : 
The biological-genetic affiliation of the 
Etruscans and the Turks has very recently been proven 
(Achilli et al,2007, Pellacchia et al.2007) (...)

Since on the one side the Etruscans are genetically Turks
 and on the other side they are linguistically Hungarians, 
this can be only due to the common Sumerian origin 
of both the Turks and the Hungarians (...) 
using linguistic, archaeological, historical and biological-genetic facts that the Rhaetians are not related with the Etruscans, 
but the Etruscans and the ancient inhabitants of Lemnos 
are related with the Hungarians, 
The Turks and the Sumerians. 

We may as further if Etruscan is really as asserted 
by Alinei (2003,2005a) a form of 
Early Hungarian or if it belonged to another language closely related to Hungarian


Prof.Dr.Alfred Toth, Etruscan,Huns and Hungarians, 2007


(HUNGARIANS ARE RELATED TO TURKS. -SB)


______________________


Pelasgians (Lemnos inhabitants) were pre-Hellenic , 
non Indo-European speaking people 
who inhabited the area long before the 
Greek migrations to the area started.

Encylopedia Britannica (5,p.448) by B.C.Atkinson, 
formerly Under-Librarian Universtiy Library , 
Cambridge University



_________________________


the Pelasgians that originally lived in Libya or Palas Athena, 
and who later moved into ancient Greece 
as indigenous people there, 
were Altaic people. 
Excavations in Libya show this. 
They had some conflicts with the very first Egyptian dynasties. According to Herodotus, 
the pre-Greek population of the Lemnos island was Pelasgian, 
a non Indo-European people, 
and according to Thucydides they were Tyrrhenian. 
That word is the same word as Turanian (Altaic peoples). 

Pythagoras, thousands of years later in time, 
was a Pelasgian and said so himself. 
They were described by ancient but later Greek historians 
as always riding on horseback and using strange, 
short horses (the kind used by other Altaics even today). 
Another ancient Greek name for them was Tyrrhenian, 
which is pronounced the same as the Turko-Tatar word 
for their own group: 
Turanian. These were considered 
the Old People or Original People there.

The Gorgon Medusa Guardians of Darkness


________________


The Etruscans self-given name is known as R-Asena 
(wolf descendants) > see Turkic legend Asena. 

H.Celal Güzel, Ali Birinci, General Turkic History, Vol.1, Yeni Türkiye 2002.p.413



_____________________


The very first form of the Turkish Oil Wresting called
 "Yağlı Güreş" can be found among the Etruscans . 
The Greco-Roman wrestling as called by the Romans 
and the Midriff type of wrestling is 
an Etrsucan based sport.

Assoc.Dr.Haluk Berkmen : Table of Etruscan Wrestling



_____________________


The Enigma of Pelasgians and Etruscans

Pelasgians, ancient people, the ancestors of 
NON Indo-European people.


Virgil (Aeneid, VIII, V. 62-63), writes:
“It is sayd that the first dwellers of our Italy were the Pelasgians”.


Pausanias (Arcadia, VIII, 1,4,6) reports:
“The Arcadians tell that Pelasgus was the first born in Arcadia. Since Pelasgus became king, the country was called Pelasgia in his honour”


Pindar (Carminia, Fragmenta Selecta, I, 240) tells:
“Bringing a beautifull gift, the earth made the first human being, the "Divine pelasgus", be born in arcadia, long before making the moon”


Homer mentions the Pelasgians between allied with the Troyans, (Iliad, II, 840-843) and narrates that Achille prayed “PELASGIAN ZEUS OF DODONA” (the Iliad, XVI, 223). 

Homer also mentions them also like “PEOPLE of Crete”, (Odyssey, XIX, 177).
the “Tyrrhenian ones”.



TURKISH: ARE THE ETRUSCANS TURKS?


__________________


the similarity between Etruscans and Lydian tombs.

The scientists compared DNA samples taken from healthy males living in Tuscany, Northern Italy, the Southern Balkans, the island of Lemnos in Greece, and the Italian islands of Sicily and Sardinia. The Tuscan samples were taken from individuals who had lived in the area for at least three generations. 
The samples were compared with data from modern 
Turkish, South Italian, European and Middle-Eastern populations. 

"We found that the DNA samples from individuals from Murlo and Volterra were more closely related those from near Eastern people than those of the other Italian samples", says Professor Piazza. 
"In Murlo particularly, one genetic variant is shared only by people from Turkey, and, of the samples we obtained, the Tuscan ones also show the closest affinity with those from Lemnos."

Scientists had previously shown this same relationship for mitochondrial DNA (mtDNA) in order to analyse female lineages. And in a further study, analysis of mtDNA of ancient breeds of cattle still living in the former Etruria found that they too were related to breeds currently living in the near East.



NOTE: 
mtDNA can change in time , but the Y-DNA not!
Etruscan's DNA match %99 with the TURKISH People.

R ratio is Turkish - have two sons R1a- R1b .

"30 percent of Greeks, Bulgarians, 
24 percent of Serbs who do not like us at all, 
35 percent of Armenians who do not like us also, 
40 per cent of Britons and Germans , 
99,7 percent of Basques 
is Turkish origin. 



Today, 51 percent of the Europeans is Turkish origin. 


Kurgan Culture is Turkish Culture.


the first Europeans were not Homo-Sapiens,
 it was Cro Magnon ! 

Homo sapiens entered in 16.000 BC. 
with R1a in Europe . 
This is a very simple and naked truth. 


It must be work together with the culture, historic, arceology and linguistic resources .


Professor Osman Çataloluk 
Molecular Geneticist


________________________


The book «The Turkic Civilization of the Mediterranean» is devoted to the study of the early onomasticon of the region and will reveal the secrets of the Etruscan writings, 
which contain the mysteries of the early Mediterranean civilization. The nation which later became the 
Etruscans was known under the name Tursci in Latin. 


This word is from the same origin as old Turuska, 
which denoted the old Turks in some ancient languages. 
The language of the old Turuskas discloses the mysteries of 
the Etruscan writings and of the early 
Mediterranean civilization, as a whole. 

Now we can explain why the old Scandinavian sagas dealt 
with the Trojans and Thracians as Turks and 
why Thor Heyerdahl, a great scientist, 
wrote about the existence of the same civilization between 
the West and Azerbaijan- an old Turkic land.

The Turkic Civilization lost in the Mediterranean basin
Chingiz Garasharly 




_________________________



ABOUT THE ETRUSCAN PYRAMID AT BOMARZO, 
ITALY AND 

WORDS RELATED TO THE CONCEPTS OF PYRAMID 
AND ALTAR

By Polat Kaya


_________________________


Mario Alinei

"The people with the kurgan culture were Altaic-speaking 
(and partly turcica) and not Indo-European as so far recorded 
(ex. from Lithuanian archologist Marija Gimbutas Baltic nationalist ideology-soaked).

Later part of these peoples of turcico-Altaic language migrated 
in Alpine Eastern Veneto area and Tuscania 
where in Tuscany they went to form 
the Etruscan etite minority
 (along with migrants coming by sea from Anatolia and the Eastern Mediterranean),
 in Veneto region these migrants from the Carpathian-Balkan region, contributed to the formation of the koinē venetica alongside indigenous Indo-European
 (direct descendants of the Homo Sapiens Sapiens that settled in these parts still back in the Paleolithic, 30/40 thousand years ago) and subsequent migrants from the Baltic area 
(in the 2nd millennium, perhaps partly contributors in the ethnicity and culture of ancient towers and part of the "terramare"???), 
while in the Alpine region contributed along with native peoples: Indo-European euganee-Switzerland-Veneto-Keltic and Slave to the formation of the Romansch-Ladin 
(akin to the veneto).







THE ACTUAL HISTORY , 
BE KNOWN !

_________________