Translate

11 Kasım 2013 Pazartesi

EMİR GEÇİR: SİLAHLARI VERMEYİN





Atatürk'ün ilk emri: Silahları vermeyin

Mustafa Kemal Atatürk'ü ölümünün 75. yılında Taylan Sorgun ile yaptığımız özel bir söyleşi ile anıyoruz. 

Gazeteci-yazar Taylan Sorgun, son görgü tanıklarının ağzından, Mustafa Kemal'in 30 Ekim 1918 Mondros Teslimiyet Antlaşması sonrasında, 13 Kasım 1918 günü İstanbul Haydarpaşa Garı'na gelişinde yaşanan “müthiş sahne”yi anlatıyor. 

Bu anı Türk basınında ilk kez yer alıyor.


MONDROS'U TANIMIYOR

Sayın Taylan Sorgun. Mustafa Kemal'in İstanbul'a gelişi nasıl oluyor ve o gün neler yaşanıyor?

Mustafa Kemal 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Teslimiyet Antlaşmasını tanımıyor! O sırada bulunduğu Adana'da Yıldırım Orduları Grup Komutanı olarak Saray'la adeta bir “telgraf savaşı” veriyor. 5 Kasım'da Mondros'a aykırı olarak İskenderun'a gelecek İngilizlere ateş açılması talimatı verdiğini Saray'a bildiriyor. 

Saray ve padişah paniğe kapılıyorlar. “Sakın yapma!” diyorlar. 

Mustafa Kemal 8 Kasım'da Saray'a bir ültimatom daha çekiyor. “Böyle giderse İngiliz ihtiraslarının sonu gelmez. Kabineyi de onlar tayin eder. Anadolu'yu işgal ederler” diyor. 

Sonra da “Ben karakterime uyanı yapacağım!” diye rest çekiyor.

Saray ne yapıyor?

Saray bunun üzerine M. Kemal'in emrindeki bütün ordu ve askeri kuvvetleri dağıtıp, kendisini derhal İstanbul'a çağırıyor. M. Kemal 13 Kasım 1918 günü İstanbul'a geliyor. 95 yıl önce. Trenle Haydarpaşa Garı'na geliyor. 

Tren cephelerden gelen askerleri ve subayları getiriyor. Haydarpaşa Garı da silme askerlerle dolu. Mustafa Kemal pırıl pırıl büyük üniforması ile trenden iniyor. Hiç yenilmiş bir hali yok! 

Onun indiğini gören bir çavuş “Dikkaat! Gelen Mustafa Kemal Paşa'dır. Selam duur!” diye askeri bir komut veriyor.

Orada karşılama töreni mi var?

Hayır, tören mören yok. Zaten işgal günleri. Ordu teşkilatı dağılmış durumda. Ama oradaki çavuş fark edince, kendiliğinden komut veriyor. Zaten orduda M. Kemal'e karşı büyük bir saygı ve sevgi var. Perondaki bütün subay ve askerler selama duruyorlar.


'EMİR GEÇİR...'

M. Kemal ne yapıyor?
Çavuşun önünden geçerken soruyor: “Nerede beraberdik?” 

Çünkü biliyor ki, oraya gelen askerlerle mutlaka cephelerden birinde çarpışmıştır. “Çanakkale!” diyor çavuş.

Mustafa Kemal çavuşa şöyle diyor: “Emir geçir. 

Herkes memleketine giderken silahını birlikte götürsün. Bir yolunu bulup götürsün!” Yani “Silahları vermeyin!” diyor.

“Emir geçirmek” askeri bir terim. Emrin, yüksek sesle tekrarlanmadan yavaş sesle kulaktan kulağa geçirilmesi. Çavuş emir geçiriyor. Askerler birbirlerine söylüyor. Bir süre sonra silahlı askerlerin çoğu perondan yok oluyor! Silahlarını saklayıp köylerine gidiyorlar. M. Kemal Paşa emir vermiş!

M. Kemal kendisini rıhtıma kadar izleyen kalabalık bir subay grubu ile birlikte Haydarpaşa'dan bir motora binip karşıya geçiyor. Onun arkasında subaylarla Haydarpaşa Garı'ndan çıkışı görkemli bir sahne. Adeta düşmanın üzerine yürüyorlar. Öyle bir heyecan var.

Ama Mondros Antlaşması bütün silahların teslimini öngörüyor!

Zaten mesele orada. İstanbul'a gelip trenden inince verdiği ilk emir, Mondros'u tanımadığını gösteriyor! Saray'ı ve İngilizlerin dayattığı şartları tanımıyor. Çünkü o bir ihtilalci. Kafasında 'Anadolu İhtilali'ni planlıyor yavaş yavaş. Askerlerini silahlarıyla memlekete yolluyor.


KÖYE SİLAHLI DÖNÜN

Silah meselesi M. Kemal için neden önemli?

Mondros Antlaşması, M. Kemal Suriye'de henüz savaşırken yapılıyor. O İngilizlere teslim olmayı ve silahları vermeyi hiçbir zaman düşünmüyor. Daha Adana'dan silahların önemli bir kısmını Ege'ye Teşkilatı Mahsusa şeflerinden Kuşçubaşı Eşref'in çiftliğine yolluyor. Sonra İstanbul'dan verdiği bir emirle bu silahların Ege'deki zeybeklere ve Kuvayi Milliye güçlerine dağıtılmasını sağlıyor. Adana'daki diğer bazı silahları da Urfa, Maraş, Antep'e yolluyor. Oradakilerin çeteler kurarak işgale direnmesini örgütlüyor. Yani daha Adana'da bulunduğu sırada Anadolu'daki direnişin temellerini atıyor ve bunun silahlarını temin edip, gerekli yerlere yolluyor. 

Zaten Anadolu'da ilk direnişler de onun dağıttığı bu silahlarla başlıyor. M. Kemal tüm hayatı cephelerde geçmiş zeki bir kurmay ve strateji uzmanı. Anadolu'da büyük bir direniş ve ihtilal planlarken hem yeni ordu kurmayı, hem milleti teşkilatlamayı aynı anda düşünüyor. Ve bunun için gereken silahları sağlamayı, daha işin başından birinci planda ele alıyor. İstanbul'daki ilk emri bunu gösteriyor. 'Silahları vermeyin. Köye silahlı dönün!' diyor. 

Çünkü sonra lazım olacak o silahlar!



SİLAHLAR ANADOLU'YA GÖNDERİLİYOR

İstanbul'da silahla ilgili başka bir şey yapıyor mu?

Yapmaz mı! Her şeyi ince ince planlıyor. Bir yandan Anadolu'ya geçip ihtilali başlatmayı, kendi deyimi ile “Şah Mat” zamanını ayarlıyor. Öte yandan silah sağlamaya çalışıyor. Bunun için o sırada Harbiye Nezareti'nde çalışan Albay İsmet'in (İnönü) yanına gidiyor. İsmet Bey o sırada silah tasnif komisyonunda görevli. Silahları İngilizlere teslim edecek komisyon bu. 

M. Kemal, İsmet'ten işe yarar silahları depoya alırken, sandık üstlerine özel bir işaret koydurmasını istiyor. Daha sonra bu silahlar Kuvayi Milliye tarafından kaçırılıp, Anadolu'ya gönderiliyor. İsmet'in daha bir süre Ankara'ya gelmeyip, İstanbul'da kalmasını da M. Kemal bu nedenle istiyor. Yıllar sonra Çankaya'da bunu konuşup gülüyorlar M. Kemal ve İnönü. Bunu da bana Fahrettin Paşa (Altay) anılarını yazdırırken anlattı.

Silahların gidişini nasıl ayarlıyor?

M. Kemal, İstanbul'a geldiği zaman Pera Palas'a yerleşiyor. Zaten endişelenen annesini bu işlerle telaşa vermemek için. Pera Palas'ta ilk görüştüğü kişilerden birisi Yenibahçeli Şükrü. İttihatçı ve Teşkilatı Mahsusa'dan. Sağlam adam. M. Kemal ondan Gebze Boğazı'nı tutmasını istiyor. Yenibahçeli Şükrü bu işi başarıyla yapıyor. 

Sonradan Yunus Nadi, Halide Edip gibi birçok ünlü millici o yoldan Ankara'ya kaçıyorlar. Tabii silah da kaçıyor o yoldan. O ekipte Teşkilatı Mahsusa'dan Salih de Reis var. İttihatçıların örgütlediği balıkçı ve esnafın reisi. Salih Reis de silahların takalarla, teknelerle Anadolu'ya kaçırılmasını örgütlüyor. 

O da M. Kemal'in emrinde!...

Peki bu Haydarpaşa sahnesini ve diğerlerini siz nereden biliyorsunuz?

Haydarpaşa'da M. Kemal'in verdiği emri ve yaşananları bana Dr. Fahri anlattı. Kendisi o gün Haydarpaşa'da. Malisör Rıza da o gün orada. Bunlar İttihatçı ve Teşkilatı Mahsusa'dan. 

M. Kemal'in geleceği 13 Kasım günü Teşkilatı Mahsusa, kimseye çaktırmadan çevrede koruma önlemi alıyor. Dayı Maksut haber veriyor. Dr. Fahri de arkadaşı Eczacı Celal ile 13 Kasım günü Haydarpaşa Gar Lokantası'nda bekliyor. M. Kemal gelince perona çıkıyorlar ve bu sahneler yaşanıyor. Yıllar sonra bana anlatırken bile heyecanlanıyorlardı. Yazık ki bugün M. Kemal filmi çekenler böyle gerçek sahneleri bilmiyor veya anlamını farketmiyorlar. Böyle sahneleri çekemiyorlar!


M.KEMAL İSTANBUL'DAN UZAKLAŞTIRILIYOR ANADOLU İHTİLALİ BÖYLECE BAŞLIYOR

Sonra İstanbul'da ne yapıyor M. Kemal?
İstanbul'da gizli bir teşkilat kuruyor. Teşkilatı Mahsusacılar onun emrinde çalışıyorlar. Dr. Fahri de o ekibin içinde. Saray ve İngilizlerin yaptığını adım adım haber alıyor. Sonunda onu İstanbul'dan uzaklaştırmak isteyenler, bir görev çıkarıp Anadolu'ya yolluyorlar. Samsun'a gidişi böyle. Onun için büyük mutluluk. Çünkü Anadolu İhtilali'ni böylece başlatıyor. 60'lı yıllarda o sırada M. Kemal'in gizli toplantılarına katılmış bu isimlerin birçoğu ile görüştüm. Bunlar 'son tanıkların' bana anlattıklarıdır...


Dipnot: 
Taylan Sorgun'un o dönemin tanıklarını dinleyerek kaleme aldığı 5 adet belgesel eseri var: 

1-İmparatorluk'tan Cumhuriyet'e 
2-Devlet Kavgası 
3-Esir Şehrin Fedaileri 
4-Halil Paşa 5-Bekirağa Bölüğü

Basın -Yurt 






________MKA_________





TÜRK ASKERİ AVRUPA, AMERİKAN ASKERİ TÜRK KILICI TAŞIYOR





Yatagan, ca. 1525–30
Made by the Workshop of Ahmed Tekelü
Turkey (Istanbul)
Steel, walrus ivory, gold, silver, rubies, turquoise, pearl;







Türk kılıcı ve yatağan yabancı ustalara emanet


Tarihî Türk kılıcını ve yatağanı aslına uygun imal etmek için yeni projeler üretiliyor. Ancak Türkiye'de yeterli araştırma olmaması büyük bir sıkıntı. 500 yıl önceki kalitesiyle kılıç imal edebilecek ustaların sayısı ise dünya genelinde 10'u geçmiyor.
Kayahan Horoz bilgisayar mühendisi. Son 5 yıldır eğimli ağzıyla meşhur Türk kılıcına ve yatağana dair araştırma yapıyor. Ancak tüm gayretlerine rağmen yurtiçinde ulaştığı kaynaklar sınırlı. Üstelik tahmin etmediği bir ilgisizlik de söz konusu. 

Onu en çok üzen husus, kendi kültürüne ait bir zanaatı yabancı uzman ve dokümanlardan öğrenmek: "Kılıca ve yatağana dair araştırma yaparken kapsamlı bilgilere sahip yerli eserlere ulaşamadım. Amerika ve Avrupa'da durum tam tersi. Kültürümüzü bizden iyi biliyorlar." Geçtiğimiz haftalarda yayına başlayan "cebehane" isimli internet sitesinde şimdiye kadar ulaştığı bilgilere yer veren Horoz'un amacı Türk kılıcını ve yatağanı kendi topraklarında yeniden ihya etmek; hatta 500 yıl öncenin ustalarının elinden çıkan kalitede ürünler imal etmek. Japonların millî kılıçları 'katana' sayesinde kültürlerini tanıttığına ve maddî kazanç elde ettiğine değinerek, "Aynı durum bizim için niye geçerli olmasın?" diyor.


ORTA ASYA'DAN DÜNYAYA YAYILAN TÜRK KILICI

Aslında Kayahan Horoz yalnız değil. Denizli Serinhisar'a bağlı Yatağan Belde Belediyesi ile Müftü Arif Akşit Eğitim ve Kültür Vakfı, "Selçuklu'dan Osmanlı'ya, Osmanlı'dan Günümüze Türk Kılıcı Yatağan" başlıklı bir projeyi bu yıl hayata geçirdi. 150'ye yakın kursiyere eğitim vermeyi planlayan projenin hedefi, Türk kılıcını ve yatağanı usta ellerde yeniden canlandırmak. Öncelikli hedef ise yurtdışından gelen ehil ustalar sayesinde hâlihazırda Yatağan'da basit şekliyle imalat yapan atölye sahiplerini eğitmek... 

Projeyi hedefleri itibariyle umut verici bulan Kayahan Horoz'un bazı çekinceleri de yok değil. Türkiye'de "usta" kabul edilen kişilerin seviyesinin iyi ölçülmesi gerektiğini belirten Horoz'a göre, dünya standartlarında aslına uygun kesici silahlar üreten Amerikalı ve Avrupalı ustalar, kılıç ve benzerleriyle ilgili çalışmalarını hem teorik hem de pratik alanda birlikte yürütüyor. Yeri geldiğinde ocaklarda demir ve çelik bile dövüyorlar. "Yatağan ve Türk kılıcı uluslararası bir üne sahip. Kalitesiz, sadece göze hitap eden ürünlerle bu imaj yıkılmamalı. Yapmışken hakkını verelim ve atalarımız gibi kaliteli eserler ortaya koyalım." diyor.

Horoz'un verdiği bilgilere göre, Türk kılıcı zaman içinde üretim ve kullanım aşamasında kazandığı farklılıklar sebebiyle benzerlerinden ayrılıyor. Orta Asya'da çevrelerindeki onlarca düşman kabileyle mücadele eden Türk toplulukları, her defasında muzaffer olabilmek için özellikle silahlarında sık sık yenilikler yapar. Örneğin, Türk süvarilerinin (atlı) düşman piyadelerine (yaya) karşı düz kılıçlarla karşı koymasında zorluklar çıkınca çare aranır. Harcanan kuvveti düşürmek, buna mukabil kesme etkisini artırmak için kılıcın kesici tarafına dış bükey eğim verilir. Ayrıca kılıcın sırtı tabir edilen diğer ağzının da bir kısmı geniş tutulur ve keskinleştirilir. Horoz'a göre bu Türk kılıcının karakteristik özelliği. İlk kılıçlarda 4'te 3 oranındaki kesici bölüm, sonraki dönemlerde 3'te 1'e ve 4'te 1'e düşer. Bunun sebebi dövüşte kullanılmayan bölümle uğraşmamadır.

Başarılı sistemin ilk taklitçisi Çinlilerdir. Türklerin geliştirdiği şekli kendilerine uyarlayan Çinliler 'dai-dao' denilen meşhur kılıçlarını üretir. Japonların dünyaya nam salan 'katana'sının eğikliği de temelde Türk kılıcından esinlenmiştir. Göçler, akınlar ve savaşlar sayesinde Türk kılıcının etkisi yayılır. Hindistan'da 'talwar', İran'da 'şamşir', Arap Yarımadası'nda 'seyf' ve nihayet Avrupa'da 'sabre' hep bu formun sayesinde ortaya çıkar. Türk kılıcı zamanla daha da gelişir. 1297-99 arasında hüküm süren Memluk Sultanı Hüsam El Din'e ait hâlihazırda Topkapı Müzesi'nde sergilenen kılıç, bu özel biçimin Türkiye'deki en eski örneğidir.

Türk kılıcı estetik ve performans bakmından en üst seviyeye 16. yüzyılda ulaşır; ancak aynı dönem bu türün gözden düşmeye başladığı zaman diliminin de başlangıcıdır aslında. İran'daki şamşir'in Türk kılıcından farkı, sap kısmından uca kadar orantılı incelmesidir. Bu özellik, Safevî Devleti'nin etkisiyle Osmanlı ülkesine girer ve Anadolu'daki üretim şeklini etkiler. Ayrıca o yıllarda İngiltere'den hatırı sayılır miktarda kılıç ithal edilir. Böylece kalite gittikçe düşer. III. Selim devrinde (1806'da) ordudaki yenileşme hareketleri çerçevesinde Türk kılıcı kullanımı yasaklanır.


TÜRK ASKERİ AVRUPA, 
AMERİKAN ASKERİ TÜRK KILICI TAŞIYOR

III. Selim'in Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) dönemiyle başlayan Avrupa tarzı kılıçların kullanımı Osmanlı'nın son dönemlerine kadar devam eder ve günümüze ulaşır. Kayahan Horoz'a göre, bugün Türk subayının belini resmî bayramlarda ve mezuniyet törenlerinde süsleyen kılıçlar Avrupaî. 

Ancak burada dikkat çekici bir anekdot var. Horoz'un araştırmalarında bulduğu bu şaşırtıcı bilgi Türk milletinin unutkanlığına dair bilgiler de veriyor. Şimdilerde Amerikan deniz askerlerinin beline taktıkları tören kılıçlarından biri Türk kılıcı formunda mesela. 

Peki, Türk kılıcı Amerika'ya kadar nasıl uzandı?

Kayahan Horoz'un verdiği bilgilere göre, 19'uncu yüzyılın başlarında Fas Sultanlığı, Cezayir, Tunus ve Trablusgarp Beylikleri ile ABD arasında Kuzeybatı Afrika-Akdeniz sahillerinde Birinci Berberî Savaşı yapılır. ABD'nin zaferiyle neticelenen harbe iştirak eden Yüzbaşı Presley O'Bannon'a, Derne çarpışmaları anısına Karamanlı Hamit Bey bir Memluk kılıcı hediye eder. Memlük kılıcı dikkate alınarak üretilen model, 1825 yılından sonra törenlerde deniz subaylarının belini süslemeye başlar. 

Türk kılıcının serencamı böyle. 'Levent' namlı bahriye askerlerinin ve yeniçerilerin kullandığı 'yatağan' ise ana silah değil aslında. Yardımcı silah olarak yakın dövüşlerde kullanılır genelde. Çoğu kişinin Muğla'nın aynı isimli ilçesinde yapıldığını zannettiği yatağan hakkında çeşitli rivayetler var. 

Şimdilerde Denizli Serinhisar'da basit örnekleri imal ediliyor. Kılıçtan kısa, hançerden uzun, kılıcın aksine içbükey silahın Türkiye'deki en eski örneği 1526 tarihli. Ahmet Tekülü isimli ustanın Kanunî Sultan Süleyman için hazırladığı bu silahın kabzası fildişinden. Üzeri altın, gümüş, yakut ve incilerle süslü.

Yatağanın kökenine gelince… Mısırlıların kullandığı 'khopesh' isimli kesici silah Makedonya Kralı İskender döneminde formunu biraz değiştirerek 'kopis' adını alır. İskender'in seferleriyle doğuya ulaşır. Nepal'in millî silahı 'khukri' de yapı itibariyle bu silsilenin devamıdır. Sultan Süleyman'ın bu dönemden kalma eserlerden esinlenerek yatağanı yaptırdığı rivayet ediliyor. 

Bir diğer görüşe göre Selçuklu Sultanı 1195'te, namlı bir yiğidini Osman Bey'i Teke Yarımadası'nı fethe gönderir. Osman Bey bilgili ve tecrübeli bir askerdir ve girdiği harpleri kolaylıkla kazanır. Halkın nazarında artık 'yattığı yerden savaş kazanan kişi' diye anılmaya başlar ki bu durum kendisine 'Yatağan Baba' unvanını kazandırır. Sultanın hizmetinden çıktıktan sonra Teke'ye döner ve orada dergâh kurar. Aynı zamanda iyi bir demirci ustası olur. Özel kılıçlar yapmaya başlar.


TÜRK KILICI VE YATAĞAN İHYA EDİLEBİLECEK Mİ?

Rivayet bu, yanlış da olabilir doğru da. Ama Kayahan Horoz'un da üzerinde durduğu gibi yatağanın teknik özellikleri ve işlemeleri onun cazibesini artırıyor. Keskin çelik ağız, vurmanın şiddetini yumuşatan sırt kısmında T şeklindeki demir yapı bu silahın en önemli özelliklerinden. Ağırlık merkezi uca yakın olduğundan başarılı bir yarıcı silah aynı zamanda. 

Yatağanın 17'nci ve 18'inci yüzyılda Osmanlı coğrafyasındaki itibarı artar. Özellikle Balkanlarda yaygın olarak kullanılır. Hatta bir dönem Sırbistan'ın millî kılıcı haline gelir.

Türk kılıcı ve yatağan marka haline getirilebilir mi? 

Haberin ilk bölümünde bahsi geçen "Selçuklu'dan Osmanlı'ya, Osmanlı'dan Günümüze Türk Kılıcı Yatağan" başlıklı proje bu anlamda umut veriyor. İki yıllık çalışma kapsamında 150 kişiye demir dövmeden işlemeye kadar geniş bir sahada eğitim verilmesi söz konusu. Proje Koordinatör Yardımcısı Kudret Şenel'e göre çalışma Türk kılıcı ve yatağanı hak ettikleri noktaya taşıyacak. 

Eğitimlere Yatağan'da ustalık yapan demirciler de iştirak edecek. 70 yaşındaki Hüseyin Can ve kılıç ustası Süleyman Şahin bunlardan ikisi. İkisi de ocak başında yetişen isimler. Ancak kendi ifadeleriyle ortaya çıktığı üzere yatağan ve kılıç imalatları daha yeni. 10 yıldır kılıç ve yatağan üreten Can ve 1999'dan bu yana işin içindeki Şahin, çalışmalarını elde edebildikleri eski kesici silahları görerek yapmış. Bilimsel bir inceleme söz konusu değil yani.

Şenel, yerli ustaların yurtdışından gelecek ustalar tarafından eğitileceğini belirtiyor. Şimdiye kadar bir Alman ustayla anlaşılmış durumda. Japonlarla görüşmeler ise sürüyor. 1,5 milyon Avro'ya yakın AB hibesi alan proje önümüzdeki aylarda başlatılacak. 

Horoz'a göre Rick Barrett, Kevin Cashen, Vince Evans, Richard Furrer, Jim Hri soulas, Michael T. Pearce, Angus Trim, Tim Zowada gibi Batı'da nam salan ustaların bilgisinden yararlanılmalı. Bunlar gerekirse Türkiye'ye davet edilerek ocak başında çalıştırılmalı. 

Sadece Fatih Sutan Mehmet'in meşhur kılıcını birebir imal eden Evans ve akademik kariyerinin yanında örs başında çalışan Hrisoulas dahi gelse kâr. 

İkisi de Türk kılıçları konusunda uzman çünkü.


SEDAT GÜLMEZ
10 Eylül 2007 / aksiyon


Yatağan




Ekteki adreste (link)
Amerika'daki bir yarışmadan resimler var.
Semboller çok ilginç 





Kudurru Melishipak / İştar Venüs - Sumer/Kenger (Louvre Müzesi)








_______________!








7 Kasım 2013 Perşembe

Kültürümüzde Dövme Geleneği






Avustralya ile İtalya arasında Ötzlar Alplerinde bulunan ve M.Ö. 3300 yıllarında bronz çağından kaldığı düşünülen mumyanın, vücudu tamamıyla korunmuş olan buz adamına aittir ki, bu mumya bulunduğu bölgenin adıyla “Ötzi” anılmaktadır. Cesedin gövdesinde ve bacaklarında yoğun olmak üzere farklı yerlerinde 57 adet dövme bulunduğu, vücudunun bu bölgelerinde artrit olduğu için, terapötik amaçlı dövme yapıldığı kaynaklarca ifade edilmektedir. 

M.Ö. 2000’li yıllara ait olduğu tahmin edilen bir Mısır mumyasıdır. 

M.Ö. 900 ve 300 yılları arasında Maya kültürünün ruhani kültürüne ait dövmeler bulunduran cesetler. (Kayser 2010:7) 

Antik çağ yazarları da dövmenin Trakyalılar, Eski Yunanlılar, Galyalılar, Germenler ve Britonlar tarafından kullanıldığını belirtir. 

Eskimolar ve Sibiryanın doğusunda yaşayan bazı kabilelerde de dövme bulunan cesetlerin varlığı tespit edilmiştir. (Ana Britannica 474) Sibiryalı buz mumyaların (M.Ö. 400) özellikle gövde ve kollarında hayvan şekillerinde dövmeler tespit edilmiştir. (Barker 2002: 88-93) 

Nispeten eski olan bu tarihlendirmelerden günümüze yaklaştıkça eldeki bilgiler netleşmeye başlar. İlahi dinlere ait kayıtlarda dövmeye sıcak bakılmadığı görülmektedir. Hıristiyanlıkta dövme yasaklanmış ancak ilk Hıristiyanlar, bedenlerine Hz. İsa'nın adını ya da haç desenleri taşıyan dövmeler yaptırmışlardır. 

M. W. Thomson’a göre Musa Peygamber elleri ve alınlarını mistik sembollerle süsleyen Araplardan dövme adetini ödünç alarak kendi amacı için kullanmıştır. 

Katolik Kilisesi M.S. 4. yüzyılda “Tanrının imajını bozuyor” gerekçesiyle Roma’daki köle ve mahkûmların yüzüne dövme yapılmasını yasaklamış, 787 yılında Papa I. Hadrinan, vücudun herhangi bir yerine dövme yapmayı batıl inançları ve Paganizmi çağrıştırdığı için tümüyle men etmişti (Kadıoğlu 2002). 

İslam Peygamberi’nin de dövmeyi olumsuzlayan sözleri olduğu çeşitli kaynaklarca belirtilir (İslam Ans. C9: 521)

XVIII. yüzyıl sonlarında Avrupalı gemicilerin denizaşırı gezilerde 
Amerika Yerlilerinde ve Polinezyalılarda dövmeyle yeniden karşılaşmaları ve benimsemeleriyle Avrupa’nın liman kentlerinde dövme yapımı artmıştır (İslam Ans, C.9: 521). Buna bağlı olarak günümüzdeki İngilizce’de kullanılan “tattoo” sözcüğü Thatian-ta’tau teriminden İngilizceye geçmiştir (Barker 2002; 88-93). 

Bu dönemler sonrasında çağlar boyu Avrupa da kaybolan dövme geleneği, 19. yüzyıl İngiltere’sinde yeniden canlanır. Kaptan Cook’un 1769’daki ilk seyahatiyle birlikte denizciler arasında yaygınlaşıp egzotik biçimde renklilik kazanır. Galler Prensi 1862’de kutsal toprakları (Filistin’i) ziyaret edince koluna bir haç dövmesi yaptırır. Kral VII. Edward’ın oğlu George’un 1882’de Japonya ziyareti sırasında bileğine bir canavar motifi işlenmesiyle, dövme İngiltere’de krallık fermanı ile onaylanmış olur (Bulut 2002: 36-54). 

Hemen tüm milletlerde olduğu gibi Türklerde de dövme ve dövmeyle ilgili çeşitli uygulamaları tarihin derinliklerinden itibaren görmek mümkündür. Türk kurganlarında görülen özel bazı çizgiler R. Aspelins ve diğer araştırmacılar tarafından dövme olarak açıklanmıştır. Bu çizgili heykellerin hayvan biçimli kulakları ve diğer doğal olmayan tarafları onların insan değil muhafız ruhlar olduklarını düşündürmüştür. Kurganlarda görülen çizgilerin yansıra Pazırıkta gömülü Mongoloid alpın vücudunda, Taştık’ta bulunmuş Hiungnu ölü maskelerinde dövme izleri görülmüştür (Esin 2003; 268). 

Pazırık kurganında bulunan ve bir başkana ait olduğu kabul edilen cesette bulunan dövmelerde olduğu gibi, Hunlarda da asil ve kahraman kişilerin dövme yaptırabildiği, daha sonraları Kazak ve Kırgızlarda devam eden bu geleneğin yine kahramanlık niteliği taşıyan bireylerce uygulandığı bilinmektedir. 

Hun kurganlarında çıkan cesetlerde son derece kıvrak çizgilerle ve 
dekoratif bir anlayışla yapılmış düşsel yaratıklar ve koç figürlerinden oluşan dövmeler görülmektedir. Dinsel-büyüsel kaynaklı bu dövmelerin is olduğu; bulunan bir boyanın, deriye şırınga edilmesi ile oluştuğu düşünülmektedir (Diyarbekirli 1972;59-60). 

Taştık mezarlarında ve daha sonra Altın Yış mezarlarının birinde bulunan cesetlerde vücudun bazı kısımlarının av sahnelerini tasvir eden dövmelerle süslü bulunduğu görülmektedir. 



Kürşad Öncül,2012
KAFKAS ÜNİVERSİTESİ TÜRK HALKBİLİMİ UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ YAYINLARI: 3  -PDF



         
Eski Türk Erkeklerinde Küpe Takma Adeti - LİNK


....

'Ulema' dövme ve küpeye el attı!

Günlük hayatın şekillendirilmesinde her geçen gün daha fazla sözü geçen Diyanet, dövme yaptırmanın "caiz olmadığını", erkeklerin küpe takmasının ise mekruh (günaha yakın) olduğunu açıkladı.




_____________ÇOK DA TIN !!!_______________



BOZKURT KURGANI - Dr.Aynur ÖZFIRAT






___________





ÇILDIR KURGANLARI - Doç.Dr.Kemalettin KÖROĞLU




























_____________



1 Kasım 2013 Cuma

TÜRKİYE OLTAYA MI TAKILIYOR?






OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE- M.EMİN DEĞER

Amerika iç ve dış siyasasını çokuluslu şirketlerin çıkarlarına göre düzenlendiği, emperyalizmin sömürü ilkelerinin de bu şirketlerce saptandığı, Rockefeller'in Başkan Eisenhower’a yazdığı 1956 tarihli bir mektup ve daha başka belgelerle değerlendirilmekte ve Rockefeller'in bu mektubunda Türkiye'nin OLTAYA YAKALANMIŞ BALIK olduğu, bu nedenle de yeme gereksinimi bulunmadığı açıklanmaktadır.

Türkiye'nin, 1947'lerden bu yana emperyalizmin tuzaklarında geçen yarı bağımlı yaşamı belgelerle anlatılmaktadır. Emperyalizmin tuzaklarından kurtulmanın yolu, Değer'e göre bu tuzaklara neden ve nasıl düşürüldüğümüz öğrenmeden bulunamaz.

Demek Orhan Veli'nin dediği gibi, rakı şişesinde değil de, bir de oltada balık olmak var, bu uçsuz bucaksız sömürü düzeninde. 

Oltaya yakalanmış balığın yeme gereksinimi yoktur! 

Öyle ya... 

Zokayı yutan balık yemi neylesin!..

M.EMİN DEĞER
OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE


_____________________________




SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA - MUSTAFA YILDIRIM

"...ülkeleri dışardan kuşatan ve içerden ele geçirerek doğal kaynaklarına, iç pazarına, işgücüne el koymak isteyen büyük şirketler, büyük para piyasası çetelerinin güdümündeki devletler amaçlarına ulaşmak için demokrasi ve özgürlük cilasıyla örtülmüş maskelerini gerektiğinde bir kenara atarak kanlı işlere girişebilmektedirler...."


_______________________





TÜRKLÜĞÜN ŞİFRELERİ ARSLAN BULUT
Tek Dünya Devleti


Küreselleşme ile ilgili projeleri geliştiren, ABD yönetimindeki bütün önemli kişilerin üye olduğu, CFR, Bilderberg gibi kuruluşlardır. Peki bu kuruluşlar, aslında ne yapmak istiyor, gündemlerinde ne var? Bunu da Texe Mars, Dark Majesty kitabının giriş bölümünde açıklıyor:

"Üç temel hedefleri olduğunu söyleyebiliriz. Yeni bir Uluslararası Ekonomik Düzen, hemen bunu takip edecek Yeni Politik Düzen ve en nihayetinde de hepsinin en şeytanisi; Yeni Dünya Dini Düzeni.

Bu amaçlarına ulaşmak için uluslararası kuruluşları güçlendirmeye çalışıyorlar. Öncelikli hedefleri, parasal sistemleri tahrip ederek kendi istedikleri mali düzeni oluşturmaktır. Diğer bir hedefleriyse insanları dinden soğutmak, vatan millet sevgisi gibi değerleri yıpratmak.


_____________________________.


İLİŞKİLER





1- Güler Sabancı'ya Rockefeller ödülü :



2- Ermenistan’da Rockefeller Arşiv Merkezine ait fotoğraf sergisi açıldı:




3- SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMINI DESTEKLEYEN, VE ARKEOLOJİK VE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DESTEKLEYEN, TÜRK TARİHİ BİLGİLERİNİ SAKLAYAN ROCKEFELLER:


4 - TALLARMENİANTALE'DEN ROCKEFELLER: 





5- "Tarih Vakfı" araştırmalar yapıyor, ama Türk'ün aleyhine...!!!! Rockefeller parasıyla


AZINLIK TAPULARI ARAŞTIRILIYOR!

Tarih Vakfı, Rockefeller Vakfı'ndan aldığı para ile "Yerel (Etnik) Tarih Grupları" oluşturdu.

Türk vatandaşlarından oluşan gruplar, pilot bölgelerde, öncelikle etnik grupları, Ermeni ve Rumlara ait eski mezarlıklar ve eski gayrımenkullerin bugünkü tapu durumunu araştırıyor!

TARİHLE İLGİSİ YOK!

Tarih Vakfı, proje kapsamında, İstanbul, Ankara, Konya, Mersin, Bursa, Gaziantep, Mardin, Çanakkale, Antakya, Trabzon, Ünye (tıklayın) gibi yerleşim merkezlerinde tarihle hiçbir ilgisi olmayan gençleri biraraya getirip sözde tarih araştırması yaptırıyor!


FARKLILIKLARI KAYDEDİN

Grupları biraraya getiren toplantıda şu ifade kullanılıyor: "Araştırmaların görsel malzemesini üretirken, mekanların ve insanların ele alınışında otantik olanı tespit etme anlayışı yerine, yerel dokunun ve insani dokunun karmaşık çeşitliliğini kaydetmek gerekir."

BASIN NASIL KULLANILIR?

Dr. Akşin Somel, araştırma yapılırken, devlet kaynaklarına ve ulusal basın-yayına itibar edilmemesini istiyor. Ancak, proje yöneticileri ulusal basında yerel tarih haberlerine yer ayrılmasını sağlayacak bir iletişim ağının örgütlenmesini de hedefliyor.

Tarih Vakfı, Rockefeller Vakfı'ndan aldığı para ile Yerel Tarih Grupları oluşturdu. Tamamen Türk vatandaşlarından oluşan gruplar, pilot bölgelerde, öncelikle etnik grupları, Ermeni ve Rumlara ait eski mezarlıklar ve eski gayrımenkullerin bugünkü tapu durumunu araştırıyor!

Yerel Tarih Grupları'nın ne yaptığı Tarih Vakfı'nın İnternet bültenlerinde açıkça sergileniyor. Tarih Vakfı'nın İnternet sitesinde "Yerel Tarih Grupları Bülteni" tanıtılırken, Yerel Tarih Grupları'nın, ana uğraş alanı tarih olmayan, toplumsal duyarlılıkla bir araya gelmiş kişilerden oluştuğu ve projenin Rockefeller Vakfı'nın desteği
ile başladığı ilan ediliyor!

Proje kapsamında, İstanbul, Ankara, Konya, Mersin, Bursa, Gaziantep, Mardin, Çanakkale, Antakya, Trabzon, Ünye gibi yerleşim merkezlerinde, tarihle hiçbir ilgisi olmayan kişileri biraraya getirip sözde tarih araştırması yaptıran Tarih Vakfı, bu kişilere hitap ederken, "Verili tarih bilgileriyle yetinmeyip, tarihle ilgilenmeyi sadece mesleği tarihçilik olanlara bırakmadan bir araya geldiniz. Bu beraberliğe Yerel Tarih Grupları öncülük ediyor. Biz bu oluşumun giderek büyüyüp gelişeceğine inanıyoruz" diyor.

Küreselleştirmenin şehir devletleri planında, ulusal bilinç yerine şehirlilik bilincinin ön plana alındığı öngörüsüyle bakıldığı zaman Tarih Vakfı'nın amacı çok net bir şekilde ortaya çıkıyor. Vakıf, projenin amacını "Bu proje ile, yeteri kadar gelişmemiş olan bir coğrafyaya bağlı üyelik duygusunu, kent ve kentli olma bilincini
geliştirmek ve tarihe yakınlık duyan, kültür mirasına sahip çıkma güdüsüyle etkin olmak isteyen kişilerin bir araya gelmeleri, kendi yaşam çevrelerinde bu bilincin yaygınlaştırılmasına yönelik çalışmalar yapabilmeleri" olarak açıklıyor... Ancak, faaliyetler incelendiğinde amacın ne olduğu ortaya çıkıyor...

FARKLILIKLARIN TARİHİ!

Sitede Akşin Somel'in "Gaziantep Yerel Tarih Grubu" toplantısında yaptığı "Yanıbaşımızdaki Tarih" başlıklı konuşması veriliyor:

Akşin bu konuşmasına"Geleneksel Tarih Anlayışı"nı eleştirerek başlıyor:

"Türkiye'de tarih denildiğinde aklımıza genellikle ya tarihsel kahramanlıklar, cenkler, meydan muharebeleri veya önemli şahsiyetler, kahramanlar, komutanlar, hükümdarlar, devlet adamları gelmektedir.

(...)Büyük olaylardan ve kahramanlıklardan oluşan tarih, her ne kadar kulağımıza hoş ve çekici gelse bile az veya çok destanımsı veya masalımsı kalmaya mahkûmdur, zira gerçek hayattan, toplumsal yaşamdan soyutlanmıştır. (...) Bu çerçevede toplumsal tarih, sadece büyük tarihsel kişiliklerin değil, aynı zamanda
toplumda yaşayan farklı üretici ve kültürel zümrelerin tarihi de olmalıdır.

(...) Yerel tarih araştırmalarının yaratacağı yerel sesler ve yerel tarih yorumları, ulusal tarihin bir anlamda tek taraflı merkezi bakışına ve önyargısına potansiyel bir eleştiri ve yapıcı bir alternatif yaklaşım sunacaktır.

(...) Dolayısıyla analitik özellikli ve normatif olmayan, yani gönlümüzün arzuladığını, olması gerekeni ve isteneni değil, ama hoşumuza gitmeyecek olgularla karşılaşma pahasına dahi olsa olumlu olumsuz özellikleriyle bilfiil gerçekleşmiş olan vakaları inceleyen ve anlamaya çalışan yerel tarih araştırmalarına, deyim yerindeyse, muhtacız.

(...) Yerel tarih incelemelerine girişmek bir anlamda toplumsal tarih araştırmaları yapmak demektir. Toplumsal yaşamın her yönünü ve ayrıntısını kendine araştırma nesnesi yapabilen toplumsal tarih kaçınılmaz olarak yerel olmak zorundadır da. (...) Çocukluktan üniversite çağına kadar sadece hamasî tarih bilgisi ezberlemek
zorunda bırakılan kuşakların gözünde tarihin toplumsal bir anlamı yoktur.

(...)Tüm anlattıklarım çerçevesinde kısaca ifade etmek gerekirse yerel tarih denildiğinde yanıbaşımızdaki tarihi anlıyoruz. Bu kavram içinde, mahallemizdeki tarihî çeşmeyi, eski kitabeyi, köhne binaları, ulu camiyi, kapalı çarşıyı, ailemize ait dedelerimizden ve ninelerimizden kalma elbiseleri, çanak çömlekleri, sefer taslarını,
işlemeleri, eski fotoğrafları, oymalı dolapları vb. şeyleri aklımıza getirebiliriz. Aile büyüklerimizin geçmişte yaşananlara ilişkin hatıraları da yanıbaşımızdaki tarihin bir parçasıdır. Diğer taraftan, mahallemizin köklü bakkaliyesinin, pastanesinin, kırtasiye dükkânının, kısacası bunların her birinin kendine göre bir tarihsel
öyküsü vardır ki bunlar toplumsal tarihin birer parçasıdır. Ait olduğumuz kasabanın yerel gazetesi, güreş kulübü, belediye teşkilâtı, itfaiye örgütü, cami güzelleştirme derneği de bunlara dahil edilebilir. Öte yandan, geleneksel bir muhaceret ülkesi olan Türkiye'de kökenleri Balkanlara, Rusya'ya veya Kafkasya'ya
dayalı olan pek çok ailenin günümüz genç kuşak torunları, cedlerinin muhaceret öyküsünü, Anadolu'ya gelişleri sürecini, iskân edildikleri yerlere uyum sağlama problemlerini ve beraberlerinde Türkiye'ye getirdikleri kültürel zenginlikleri toplumsal ve yerel tarih araştırması konusu yapabilirler"

İSTİHBARAT RAPORU GİBİ

Kısacası, Yerel Tarih Grupları'ndan istenen bilgiler bir araya getirildiğinde Türkiye hakkında mükemmel bir istihbarat raporu ortaya çıkmış olacak! Üstelik, bir sürü istihbarat görevlisi ve daha fazla masraf yerine, tarihten anlamayan bir gönüllüler ordusu tarafından derlenmiş bir rapor...

MERSİN GRUBU

Mersin Yerel Tarih Grubu çalışmaları anlatılırken şu ifadeler kullanılıyor:

"Sözlü tarih, araştırılan şeyle ilgili daha fazla bilgiye ulaşılmasını sağlar ve bizi 'resmi tarihten daha fazla tarih' noktasına getirir. Bu anlamda adeta bir 'karşı tarih' görüntüsündedir.

İnsandan arındırılmış tarihin içini insanla doldurmak; resmi tarih yazılırken dışında bırakılanları tarihe katmak, aşağıdan tarih yazmak, en aşağıdakilerin tarihini yazmak çabasıdır."

Mersin Grubundan Resul Yiğit, grup toplantısında Mersin Halkevi'nin kuruluşundan bahsediyor ve şöyle diyor:

"Eski Rum Kilise'sinin salonu onarılarak müsamere ve konferans salonu haline getirildi."

Gündüz Artan'ın Mersin Şehir Mezarlığı ile ilgili konuşmasından:

"Ayrı dinlerden ölenlerin bir arada gömüldüğü ve ortasında bir de şehitlik bulunan Mersin Şehir Mezarlığı bizim için sevgi ve hoşgörü anıtıdır. Mersin'de 1930'lu yılların ortalarına kadar, çeşitli dinlere hatta mezheplere ait ayrı mezarlıklar vardı.

1935 yılında Belediye Başkanı Mithat Toroğlu'nun girişimiyle bugünkü Şehir Mezarlığı'nın yeri kamulaştırılmıştır. 400 dönüm arazi üzerinde gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra 1936 yılında Şehir Mezarlığı hizmete açılınca eski mezarlıkların kullanılması yasaklanmış; isteyenler eski mezarları buraya naklettirmişlerdir.

Başlangıçta ortadaki yolun doğu tarafı Müslümanlara, batı tarafı ise diğer din ve mezheplere ayrılmıştı. Kent nüfusunun hızla artması ancak gayri Müslimlerin de giderek azalması nedeniyle zamanla bu
ayrım kendiliğinden ortadan kalkmış, mezarlık, bütün dinlerin mensupları için karma bir mezarlık halini almıştır."

Uray Caddesi ile ilgili bir konuşmadan:

"Bu caddede Latin Kilisesi, Maroni Kilisesi, ticarethaneler ve daha çok gayri Müslimlerin evleri bulunuyordu. Hükümet Konağı'ndan sonra da caddede sağlı sollu sıralanmış ticarethaneler bulunuyordu. İstasyondan şimdiki Uluçarşı'nın olduğu yere kadar Fransızlar tarafından yapılmış olan dekovil hattı vardı. Bu hat 1931 yılında söküldü.

Uray Caddesi Mersin'in en eski yerleşim yerlerinden biridir. Caddenin kuzeyi Frenk Mahallesi'ydi. Caddenin deniz tarafında Alman İskelesi, Belediye İskelesi, Taş İskele ve gümrük iskeleleri bulunuyordu.

Caddenin eski ve önemli yapılarından biri de şimdiki Mersin Çarşısı'nın yerindeki Fransız Acentesi diye adlandırılan binaydı."

Mersin Latin - İtalyan Katolik Kilisesi Rahibi Hanri Leylek, toplantıda, Eski Katolik Mezarlığı'nı anlatıyor:

"1874 yılında Mersin'de bulunan rahipler büyük bir arsa satın alıp bunun büyük bir kısmını mezarlık olarak kullanmaya başladılar. Kapusiyen Caddesi, kilise ile o mezarlığı birbirine bağlayan caddeye verilen isimdi. 1899'da mezarlık bir duvarla çevrildi. Bu mezarlığa ölen katolikler, rahipler ve rahibeler gömülüyordu. Çevresinde rahipler tarafından tütün, sebze ve meyve ekimi yapılıyordu.

15 Haziran 1935 tarihinde yerel bir gazetede (Ahın) yayımlanan bir bildiri, mezarlığa belediyenin el koyduğunu ve bir ay içerisinde isteyenlerin ölülerini başka yere taşıyabileceklerini duyurmaktaydı.
Bunun nedeni ise yeni kanuna göre belediye mezarlığının herkes tarafından kullanılması gerektiğiydi ve bunun sonucu olarak da azınlıklara ait tüm mezarlıklara el konuluyordu. Karardan ve uygulamadan haberi olan bazı aileler ölülerini yeni kurulan mezarlığa taşımış olsalar bile sahibi bulunmayan birçok kişinin, rahiplerin ve rahibelerin mezarları taşınamamış ve yok olmuştur.

Eski mezarlık alanının bir bölümü 1947'de Devlet Demiryolları tarafından istimlak edildi. Geriye kalanın bir kısmı belediye tarafından 1954 yılında arsa olarak açık artırmayla bir kısmı da o zamanki rahipler tarafından değişik şahıslara satıldı.

1956 yılında Perşembe Okulu için bu alanın bir kısmı daha istimlak edildi ve bu istimlakler 1967 yılına kadar devam etti."

MARDİN YEREL TARİH GRUBU

Mardin Yerel Tarih Grubu'na görev verilirken "İlimize son zamanlarda artmaya başlayan ilginin tarihi ve dini turizm açısından değerlendirilmesi amacıyla kendi çalışma grubumuzun içinden gönüllü bir rehber grubu oluşturup, gelecek ziyaretçilere bu mekânlarda yardımcı olmayı" ifadeleri kullanılıyor.

Mardin gezisi hakkında bilgi veriliyor: "Konuklarımız gezilerinin son gününde Deyr'üz-zafaran Manastırı'nda sabah ayinini izlediler. Geziye katılanların, Midyat'ın sit alanı olması ve Hasankeyf'in sular altında kalmasının önlenmesi için kaleme aldıkları ortak dilekçeyi Tarih Vakfı, Başbakanlığa sunarak bu konuda bir imza kampanyası başlattı."

Mardin Müzesi hakkında bilgi veriliyor:

"Bugün müze olan binamız ise 1895 yılında Antakya Patriği Ignatios Benham tarafından Meryemana Kilisesi'ne bağlı Patrikhane Merkezi olarak yaptırılmış, zaman içinde çeşitli amaçlarla kullanılmış ve 1988 yılında Kültür Bakanlığı tarafından satın alınarak restore ettirilmiştir."

BURSA GRUBU

Sitede, Bursa'daki faaliyetlerden bahsedilirken şöyle deniliyor:

"Tarih Vakfı, Bursa Araştırmaları Vakfı ile birlikte ortak bir proje geliştiriyor. Kent tarihi, anıt eserler, aile-sokak-köy tarihi, göçler, sözlü tarih, folklor ve etnografya vb. konularında yapılacak konferanslar, film, fotoğraf, dia gösterisi gibi görsel malzeme ile desteklenecek ve kent gezileriyle tamamlanacaktır."

GAZİANTEP GRUBU

Gaziantep Yerel Tarih Grubu sayfasında "Gaziantep Evleri" anlatılırken " Eski Antep evlerinin yer aldığı mahalleler, aynı zamanda azınlık kültürünü de içerdiğinden uzun yıllar yaşanan barışın ve birlikteliğin de tanığıdırlar" ifadesi kullanılıyor ve şöyle deniliyor:

"Son aylarda bütün dünyanın dikkatini üstüne çeken Zeugma'nın, insanlığın binlerce yıllık ortak mirasıyla birlikte sular altında kalması, bir daha asla sahip olamayacağımız değerlerin kaybı, bir toplumda tarih bilincinin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha kanıtladı."

ÇANAKKALE GRUBU

Çanakkale grubunun dosyasında faaliyetler özetleniyor:

"Tapu Araştırmaları Grubu: Üniversiteden bir grup arkadaş yapıların tapu kayıtlarına ulaşmaya çalıştı. Yapılan araştırmalar sonucunda bu dört yapının tapu kayıtlarına ait bilgilerin 1960'lı yıllara ait olduğu tespit edildi. Bu kayıtların 1960 yılında bölgede başlatılan kadastro çalışmaları sırasında çevre sakinlerinin bilgilerine dayanılarak düzenlendiği tapu tutanaklarından da gözlendi.

Fotoğraf Grubu: Tüm çalışmaların fotoğraflanması işlevini üstlenen bu grubumuz ilk olarak yapıların bugünkü durumlarını fotoğraflayarak belgeledi. Zaman zaman toplantılardan fotoğraflar çekildi. Elde edilen fotoğrafları sergi aşamasına getirmek, ayrıca teknik donanım sağlanabilirse kısa metrajlı bir video film gerçekleştirmek bu grubun planları arasında yer almakta."

"Çanakkale'ye Hizmet Edenler Onurlandırılıyor" programından bir cümle:

"... evet, geleceğimiz gençler, ama bir de geçmişimiz var. Kayıkçı Muharrem, dondurmacı Avram, fıstıkçı Bohor vardı. Şimdiki hoparlör görevini ise tellal Hasan Efendi görürdü. Onları unutmamız mümkün mü? Geçmişimize sahip çıkmalıyız..."

Gençlerin Gözüyle Yerel Tarih programından gençleri ajite edici bir konuşma:

"Okullarda verilen tarih eğitimi gençlerde tarih bilincini oluşturmada yeterli değil. Biz büyükler tarihi hep gençlerin şekillendirdiğini ve geleceği de onların yaratacağını biliyoruz. Bizlerden bir sır gibi saklandığını düşündüğümüz yakın tarihimize ulaşma şansını böylece yakalamış olduk."

"ROCKEFELLER DESTEĞİNİ ARTIRDI!"

Tarih Vakfı'nın bir açıklaması: "Rockefeller Vakfı yürütmekte olduğumuz projeye desteğini uzattı. Önümüzdeki dönemde projeye dair en önemli hedeflerden biri, yerel ve ulusal basınla ilişkilerin
geliştirilmesi, basında yerel tarih haberlerine yer ayrılmasını sağlayacak bir iletişim ağının örgütlenmesi. Gelecek aylarda bu birincil hedef doğrultusunda, İnternet ortamının daha etkin kullanımına ve yerel tarih gruplarının kendi bültenlerini çıkartabilecek yapıyı oluşturmasına hız vermeyi planlıyoruz."

"Kazanılan Deneyimin Işığında Yerel Tarih Grupları Projesi" başlıklı bildirimde ise şu bilgiler veriliyor: "Tarih Vakfı'nın yerel tarih alanıyla ilgisi önce Kent Tarihleri Bibliyografyası, ardından Kent Tarihleri Nasıl Yazılmalı konulu bir sempozyum hazırlamakla başladı ve bu çalışmaların sonuçları 1994 yılında basıldı. 1999 yılında Rockefeller Vakfı desteği sağlandı.

BEYİN, ORHAN SİLİER

Projenin beyin takımından Orhan Silier adlı yönetici, "Ayrımların Yerel Tarih Çalışmalarına Etkisi" ni anlatıyor:

"Yerel tarih grupları oluşumunun ve çalışmalarının başarısındaki ikinci değişken, o kentteki insanların kendi tarihleriyle ilişkilerinde ortaya çıkan sorunların çözümü için uzlaşma kapasiteleri... Türkiye'nin son derece karmaşık bir etnik, dinsel, kültürel yapısı var. Son yüz elli yıllık demokratikleşme ve uluslaşma sürecinde bu
bileşimin gerginlikleri devam ediyor. Dolayısıyla yerel tarih çalışmalarının bir diğer unsuru, böylesi bir tarihten gelen grupların birbirleriyle ilişkilerindeki esneklik, kapsayıcılık ve 'oyunun ortak aktörleri olarak bu oyunu en iyi biçimde oynamaya hazırlık dereceleri' oluşturuyor.

Anadolu'nun birçok kentinde yerel tarih çalışması aynı zamanda sivil toplum örgütlenmesi olarak etnik, dinsel kültürel farklılıklardan etkileniyor. Bazen ilk bakışta kişisel olarak görünen ayrılıklar ve tutumlar, ne kadar kapsayıcı, ne kadar karşılıklı anlayışı geliştirici ise o derece etkin bir yurttaş inisiyatifi, girişimciliği ortaya
çıkabiliyor."

TOPLANTIDA İSTENENLER

Yerel Tarih Grupları Değerlendirme Toplantısı'nda İtalya'nın Toscana Bölgesinde yapılan çalışmalar hakkında bilgi verilirken, o bölgenin etnik yapısından hiç söz edilmiyor... Herhalde İtalyanlar kendileriyle ilgili etnik araştırmaya izin vermiyor...

Toplantıda, "Araştırmaların görsel malzemesini üretirken, mekanların ve insanların ele alınışında dışarıdan bir bakışla otantik olanı tespit etme anlayışı yerine, yerel dokunun ve insani dokunun karmaşık çeşitliliğini de kaydetmenin önemi" üzerinde duruluyor.

Kısacası, demek isteniyor ki, bulunduğunuz bölgede yaşayan Türk otantik kültürünün bizim açımızdan bir değeri yoktur. Önemli olan farklı kültürel özelliklerdir, Sizin araştırmanız gereken de onlardır...

KILAVUZ KİM?

Bilkent Üniversitesi'nden Dr. Selçuk Akşin Somel, yerel tarih araştırmaları için, gönüllülere kılavuz veriyor:

Buna göre, "Proje konusu, Aile tarihi, İkamet edilen binanın tarihi, Şehirdeki mekânsal ortamların, yani tarihi yapıların (cami/kilise/havra), caddelerin, kamusal kurumların (muhtarlık, okul) veya ekonomik birimlerin (işletme, dükkân, pastane, kahvehane, hamam, basımevi, yerel gazete vs.) incelenmesi, Şehirdeki derneklerin (güreş kulübü, Rizeliler Yardımlaşma Derneği vb.) tarihi, Şehirdeki insan topluluklarının (köyden şehre
göçenler, eski yerliler, farklı kültürel gruplar vs.) araştırılması, Yerel gelenek ve göreneklerin incelenmesi" olabilir... Ancak, "Diğer taraftan her bir proje konusunun ele alınabileceği farklı düzlemler (fiziksel özelliklerin incelenmesi, toplumsal ilişkilerin niteliği, ekonomik özellikler, kültür, din gibi) mevcuttur."

YERELLİK-MERKEZLİK TARTIŞMASI

Dr. Akşin Somel, araştırma yapılırken, devlet kaynaklarına ve ulusal basın-yayına itibar edilmemesini istiyor:

"Yerel tarih araştırıcısı veya araştırıcı grubu tarafından seçilecek proje veya projelere ilişkin birinci elden orijinal kaynakların ulaşılabilirliği önemlidir. Bu çerçevede, yerelliği mümkün olduğu kadar yansıtan kaynaklara ağırlık verilmesi ve yerellikten uzaklaşan orijinal kaynaklardan ise imkân ölçüsünde uzak durulması
gerekmektedir. Zira orijinal kaynak dediğimiz şey, tarafsız bir aracı değildir. Daha önce de belirtildiği üzere devlete ait belgelerin kullanılması durumunda ağırlıklı olarak devletin yerele dair görüş açısı öğrenilir, ama yerelin kendi sesi duyulamaz. Bunun gibi, yerelliği yansıtmayan ve daha ziyade merkezi yansıtan
kaynaklardan elden geldiği kadar uzak durmak temel bir zorunluluktur. Merkezin bakışını yansıtan kaynaklar dediğimizde sadece devlet arşivindeki belgeleri değil, ulusal basını temsil eden gazeteleri, merkezi temsil eden kişilerin anılarını da eklemek gerekir."



Tarih Vakfı, ABD ve AB'nin istihbarat örgütlerine bağlı sivil(!) toplum örgütlerince fonlanan bir vakıftır. Bu ve diğer paravan vakıfların detaylı bağlantıları ve para ilişkileri için Mustafa Yıldırım'ın yazdığı "Sivil Örümceğin Ağında" isimli kitaba başvurabilirsiniz. (makale için tıklayın)




6- ZİYONİST VE ERMENİ İLİŞKİSİ:



7- DÜNYA ANITLAR FONU 2013

Dünya Anıtlar Fonu (World Monuments Fund) tehlike altında bulunan kültürel yapılar listesine bu yıl Türkiye’den sadece Kars’taki Mren Kilisesi’ni aldı.

1996 yılından beri, her iki senede bir tehlike altında bulunan kültürel değerlere dikkat çekmek amacıyla hazırlanan gözlem listesinde önceki yıl Türkiye'den Haydarpaşa Tren Garı, Büyükada Rum Yetimhanesi ve Gürcü Oshki Manastırı yer alırken 2013 listesinde sadece Kars’ın Digor bölgesinde bulunan 7’inci yüzyıla ait Mren Ermeni kilisesine yer verildi.

Dünya Anıtlar Fonu tarafından New York’ta yapılan basın toplantısında açıklanan listeye giren Mren Kilisesi’nin, Bizans ve Pers savaşları sırasında inşa edildiği ve yüzyıllardır atıl durumda olduğu kaydedildi.

Türkiye-Ermenistan sınırındaki askeri bölge içinde yer aldığı için sadece hükümetten alınan özel izinle ulaşılabilen Mren Kilisesi’nin Güney cephesinin çöktüğü, zorunlu olan sağlamlaştırma veya iyileştirme önlemleri alınmadığı takdirde tamamen göçme tehlikesi bulunduğuna dikkat çekildi.


8- Yukarıdaki World Monuments Fund ile Rockefeller : David Rockefeller Jr. Honored by World Monuments Fund..



___________________



ROCKEFELLER VE TÜRKİYE VE TÜRKLER .....

ŞARLATAN MISIN NESİN?
ADAMIN ASABINI BOZMAYIN!

JEST YAPMAK NİRE, OLTAYA ALIP, SİVİL ÖRÜMCEĞE SARMALAMAK NİRE....

SON ZAMANLARDA İSİMLERİN DEĞİŞTİRİLMESİ, ÖZERKLİK VERİLMESİ, ANADİLDE EĞİTİMİN İSTENİLMESİ, GAYRI MÜSLÜMLERİN MALLARININ "İADE" EDİLMESİ, ANDIMIZIN KALDIRILMASI, TÜRKLÜĞÜN TUKAKA OLMASI...

BUNLARIN HEPSİ TEK BİR ŞEYİ GÖSTERİYOR:
BİZİ ASİMİLE ETMEK VE BURADAN ATMAK İSTİYORLAR.
SEN ONLARIN UMURLARINDA BİLE DEĞİLSİN
HA ŞERİATÇI OL HA ANTİDEMOKRAT.
YETER Kİ S.KTİR GİT.


HALA ANLAMAYAN VARSA YUH YANİ !!!!



______________________________________.