Translate

18 Temmuz 2012 Çarşamba

ERMENİ DİYASPORASININ TÜRK AJANLARI




Ermeni meselesinin içyüzünü geçmiş yazılarımda mümkün olduğu kadar değişik yönleri ile anlatmaya çalıştım ve ömrüm yettikçe bunu yapmaya devam edeceğimden kimsenin şüphesi olmasın. Bu yazılarda amacımın kimin haklı kimin haksız olduğunu açıklamaktan çok, incelediğim ve yaşarken gördüğüm kadarı ile, kendi Müslim ve Gayrimüslim tebaasına yüz yıllarca diğer fatih devletlerden daha fazla şans tanımış olan bir ulusun düzmece iddialarla kötülenmesine karşı çıkmak ve bunun için okuyan yazan Türk Gençliğini bilinçlendirmeye çalışmak olduğunu özellikle belirtmek isterim.



Başta Diyaspora elemanları olmak üzere Ermeniler geçmişte yazdığımız Malta Sürgünleri, Belge sahtekârlığı, soykırım iddialarının mimarları gibi yazılarımızda detaylı olarak açıklamaya çalıştığımız gibi Hıristiyan Batı Dünyasının desteğini kazanmak ve kazanılan desteği kaybetmemek için daima yeni, daima değişik alanlara el atmakta ve bu alanlarda çok büyük başarılar elde etmektedirler. 

Bundan güdülen amaç; Türklerin Ermenilere bilinçli bir soykırım uyguladığı konusunu ispat için gerekli belge ve kanıt boşluğunu propaganda yolu ile başarılı bir şekilde doldurmaktır. Mesela basın yayın organlarına sızmalar ve yönlendirmeler, Üniversitelerde ve kütüphanelerinde etkin rol alacak elemanların yetişmesini sağlamak bu yöndeki çalışmaların bazılarıdır.

Ermeniler Bilgisayar kitaplıklarında sadece kendi görüşlerinin yayınlanmasını sağlarken karşıt görüşlerin yayınlanmasına engel olmakta oldukça başarılılar. Ülkede ( Mesela ülkemizde) Tarih Dergilerini finans desteği ve diğer fırsatlardan istifade ile kontrol ederek yapılan yayınlarla kafa karışıklığı yaratarak oluşacak boşluktan istifade ile kendi görüşlerini kamuya duyurmak bir başka verimli çalışmalarıdır.

Ermenilerin son yıllarda PKK ve Parlamentolar dışında el attığı bir başka kaynak eski radikal solculardı. Türkiye sol’u için kanayan bir yara kabul edeceğimiz bazı isimler Ermeniler tarafından birer piyon olarak kullanılmış ve Ermeni sempatizanları da bu isimleri “yeni bazı Türk tarihçileri de artık Soykırım’ı kabul ediyor” mesajları vermişlerdir. Bu sahada son yıllarda üzerinde en çok konuşulan isimlerden biri şüphesiz Tamer Akçam’dır. 


Basın yayın organlarımızın kasıla kasıla Tarihçi Türk Profesör Doktor Tamer Akçam diye iftiharla sunduğu, bazı özel üniversitelerimiz ve yayın organlarımızın davetiyle onurlandırdığı bu şahsı daha doğrusu ayni misyonla görevlendirilmiş medya ve bilim adamlarını tanımanızı istedim. 1990’lı yıllarda yaptığım araştırmalar sırasında bu şahısla ilgili elde ettiğim bazı bilgileri sizlere sunmak bir mecburiyet halini aldı.


TANER AKÇAM


Tamer Akçam; 
23.10.1953’de Ardahan’da doğdu. ODTÜ İdari İlimler Fakültesi’ni bitirdi. Dönemin gençlik hareketleri içinde yer aldı. Babası Türkiye Öğretmenler Sendikası Başkanlarından Dursun Akçam’dır. (1) Tamer Akçam 1975 yılında yayına başlayan Devrimci Gençlik Dergisi’nin sorumlu yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Dergideki yazılar nedeniyle 1976 yılında tutuklanarak 9 yıla yakın ceza aldı. Ertesi yıl cezaevinden firar ederek F.Almanya’ya siyasi mülteci olarak gitti. 1988 yılında Hamburg Sosyal Araştırmalar Enstitüsünde çalışmaya başladı. 1995’te Hannover Üniversitesi Sosyoloji bölümünde “İttihat ve Terakki Yargılamaları ve Ermeni Kırımı” konulu bir doktora çalışmasını tamamladı. Daha sonra aynı üniversitede yaptığı çalışmalarla profesör oldu. Cezalandırılmasına neden olan maddelerin TCK.’dan çıkarılmasından sonra sık sık Türkiye’ye gelme imkanı bulmuştur, eserleri şunlardır. (2)

-İşkenceyi Durdurun, İnsan Hakları ve Marksizm (Ayrıntı Yay-1991)
-Siyasi Kültürümüzde Zulüm ve İşkence (İletişim Yay-1992)
-Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu (İletişim Yay-1992, su Yay. 2001)
-İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı (Başak Yay- 1995)
-Türkiye’yi Yeniden Düşünmek (Birikim Yay- 1996)
-İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu (İmge Kitabevi Yay- 1999, 2002)
-Ermeni Tabusu Aralanırken (Su Yay. –2000)

Almanya’ya yasa dışı yollardan giriş yaptığı için önce tutuklanan Akçam üç ay süreyle Alman dış istihbarat servisinin konuğu oldu. “Türkiye ve azınlık hakları” uzmanı servis elemanlarıyla yaptığı samimi sohbetler “devrimci Akçam”a kariyer yolunu açtı. Almanya’ya ayak basmasından bir kaç ay geçmeden artık bir siyasi mülteciydi ve Alman uyruğuna geçti. 1977 Aralık ayında, Berlin Hür Üniversitesinde “Türkiye ve Kafkaslarda Azınlık Çatışmaları” konusu uzmanlarından Tessa Hofmann’la tanıştırıldı. 1986 yılında Hamburg “Sosyal İncelemeler Enstitüsü”nden “araştırma bursu” almaya başladı. Verilen burs karşılığında Akçam’dan “Türk Tarihinde Şiddet”, “Türk Kültüründe İşkence” ve “Ermeni Soykırımı” üstüne araştırmalar yapması istendi. “Araştırma” konuları Tessa Hofmann ve Hamburg Doğu Enstitüsü’nden bir ekip tarafından belirlendi. “Türk Kültüründe İşkence” tezi ile “akademik yeterliliğini” kanıtlayan Akçam, 1988 yılında Hamburg “Sosyal İncelemeler Enstitüsü”nün maaşlı elemanı oldu. (3)

Akçam “Ermenistan sorunu, İstanbul duruşmaları ve Türk milli hareketi” başlıklı “incelemesiyle” enstitüden doktora ünvanı aldı. 2001 yılında “Hamburg Bilim ve Kültürü Teşvik Vakfı”nın sağladığı bursla “Türkiye ve Doğu Sorunu” başlıklı doçentlik tezini hazırlarken iddialı bir şekilde “Türkiye’nin halksız bir devlet olduğunu kanıtlayacağım” diyordu. (4)


Biz asıl onun yanında yetiştiği Tessa Hofmann’ı sizlere tanıtmak istiyoruz. Çünkü Tessa Hofman Tamer Akçam’a araştırmaları ile ışık tuttuğu gibi, ona sponsorluk da yapmıştır. Tessa Hofman bize Rahip Lepsius’u hatırlatacaktır. Ermeni Yazarlar Birliği’nin onur üyesidir ve “Ermeni kıyımının 20. Yüzyılın ilk ve sistemli jenositi” olarak Nazilerin Yahudi soykırımı için örnek oluşturduğunu, daha da ileri giderek gaz odalarının da ilk kez Türkler tarafından kurulduğunu iddia etmektedir. (5)


Hofmann’ a göre İttihatçılar gözlerini kan bürümüş ırkçılar topluluğu (Tamer Akçam’ın İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu adlı kitabında İttihat ve Terakki ve Türkçülük dikkati çekecek kadar uzun (96-209 sayfalar arası) ve paralel görüşleri paylaşacak şekilde işlenmektedir.); (6) 


Mustafa Kemal, iki milyonu aşkın Ermeni ve Rumun katili (7) Ermeni isyancılara gelince, onlar da, umutsuzluğun verdiği cesaretle savaşan aile reisleridir. Hofmann‘a göre Van, Erzurum, Bitlis, Trabzon, Karabağ, Nahcıvan hepsi Ermenilerin yurdudur. (8) Hofmann’ın kitabının yayınlandığı günlerde Karabağ Ermeniler tarafından işgal edilmiş ve soykırıma uğratılmış bir durumdaydı. (9)


Türkçe konuşan Müslümanları “Tatarlar” olarak tanımladıktan sonra “Tatarlar Kafkasya’da Ermeni azınlığa saldırıp önlerine çıkanı katl ve talan ettiler” derken, Ermenilerin Şuşa’da, Agdam ve Fizuli’deki katliamlarına sıra gelince kılıfını şöyle hazırlıyor: 


“Savaşların kendi kanlı mantığı vardır. ‘Saldırı en iyi savunmadır’ ilkesi bu cümledendir. Vaktiyle bir Ermeni toprağı olan Şuşa’nın zaptedilmesi stratejik bir zorunluluktu.” (10)


Akçam’ın kitaplarında en önemli başvuru kaynaklarından biri tabii ki Alman rahip Lepsius’tu. Ancak Akçam’ın kitaplarını okumak isterseniz kendinizi bir an “Andonion” veya ”Hovanasyan”ın kitabını okuyor gibi bulabilirsiniz. 


Tamamen Ermeni yanlısı, Türkleri, yöneticileri sınır tanımadan kötüleyen, iyi duygular yerine tıpkı Ermeniler gibi tamamen “kin ve nefret” ürünü bir çalışma olduğunu görebilirsiniz. Hatta o güne kadar duymadığınız garip iddialar veya yakıştırmalarla da karşılaşmanız mümkündür. 


Meselâ “İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu” adlı kitapta S:228-247 Ermenileri yok etmeğe yönelik bir plânın daha 2 Ağustos 1914’te, yani Almanya ile yapılan anlaşmadan bir gün sonra hazırlandığını ve Kuşçubaşı, Eşref’in Teşkilat-ı Muhsusa’sı ile uygulamaya koyduklarını (11) belirtirken Anadolu ve Rus Ermenilerinin kurdukları “infaz birliklerini” hiç görmek istemiyor. 


Sahife 248 ve sonrasında Amele Taburlarına alınan Ermenilerin imha edildiğini iddia ediyor. 

Sahife 286 sanki Talât Paşa’nın Soykırım olayının mimarı olduğunu iddia ederken soykırımla ilgili telgraf emirleri varmış izlenimi, vermeye çalışıyor. 
S.316’da önemli belgelerin imha edildiğini iddia ediyor. Tamer Akçam Ermeni yalan ve iftiraların taşaronculuğunu yapan bir yazar olarak kabul edilebilir. Genel anlayış itibariyle “zorunlu göç” olayının bir pasif savunma tedbiri “Tahliye” olduğunu bilmemekte ve göç edenleri de kırım’a uğramış göstermeyi tercih etmektedir. Sayfa 544’te de Atatürk’ün Ermeni soykırımını kabul ettiğini ima eden, ifadeler de kullanırken Referansları arasında “Bristol Dosyası”na yer yoktur.

“M.Kemal, özellikle 1915-17 Kırım’ı nedeniyle… özellikle Batılı ülke temsilcileri ile görüşürken, Kırım konusunda son derece hassas ve eleştirel bir tutum takınır. Örneğin, General Harbord ile görüşürken 800.000 Ermeninin öldürülmüş olduğunu kabul eder…” (12)


Tamer Akçam’ın ve yetiştirilme tarzının, üslûbu ve savunduğu görüşler konusunda bu kadar uzun boylu durmamızın bir tek nedeni vardır. Bu, Türk –Ermeni mücadelesinde gelecekte tekrar ve sıkça başvurulacak yeni bir saldırı şeklidir ve kaleyi içten yaralama veya fethetme amacıyla “Truva atı” misali kullanılacaktır. Yazarın İsmi Türk’tür ama izlediğimiz gibi ruhunun Türk olarak kaldığını söylemek acaba bu şartlarda mümkün müdür?


Biz Akçam’ın ve arkadaşlarının Türklerle ilgili İddialarına Mustafa Kemal’in, 1 Mart 1921 günü Mecliste yaptığı konuşmadan kısa bir bölümle cevap vermekle yetinmek istiyoruz.


“Efendiler:

Hatırlatmak isterim ki kararlılık ve inancımızı sarsmak için, içte meydana gelen üzücü olaylar henüz sürerken, düşmanlarımız da dıştan baskı ve acımasız kışkırtmalara bir an bile ara vermiyorlardı. Batıda Yunanlılar ve güneyde Fransızlarla onların silahlandırdığı ve bize karşı kışkırttığı Ermeniler ve doğuda Ermenistan Ermenileri memleketimizin ele geçirdikleri yörelerinde ve işgal edilen sınır ve cepheler çevresinde, Müslüman halka çeşitli zulümler uyguluyor ve katliam yapıyorlardı…” (13)

“…Geçen yılın bize getirdikleri en büyük yıkım ve uğursuzluk Sevres Antlaşması idi. Efendiler, Düşmanların bütün bir yıllık çabalarına karşılık sonuçta, bugün Sevres Antlaşması hükümleri fiilen ve hükmen yoktur (sürekli ve şiddetli alkışlar)


…Efendiler, bu sonuca, 1918 ateşkes antlaşmalarını yenik olarak imzalamış olanlar arasında uyguladığı politikanın ileri görüşlülüğü ve silahlarının kuvveti sayesinde, ancak Türkiye ulaşabilmiştir.


…Düşmanlarımız, işgal ettikleri ülkemizde her çeşit savunma araçlarından arındırılmış olan vatandaşlarımıza karşı bugüne kadar aralıksız yıkma, yağma, öldürme, sürgüne gönderme gibi zulüm ve haksızlıklarını sürdürmeye devam ettikleri halde, Büyük Millet Meclisi Hükümetimizin bölgesi içinde kalan bütün Müslüman olmayan unsurlar, kanunlarımızın ve silahlarımızın koruması altında, korkusuzca, güven içinde yaşamaktadır.” (14)


Fransa, Amerika, batı dünyası, Almanlar ve Ermeni propagandası ne söylerse söylesin, Türk gençleri bu tarihi gerçekleri ve içine sokulduğu esaret çemberinin nasıl kırılabildiğini hiç bir zaman unutmamalıdır, unutmayacaktır.



DİPNOTLAR:

(1) Hüdavendigar Onur, Millet-i Sadıka’dan Hayk’ın Çocuklarına Ermeniler, S. 206 (Kitabevi, İstanbul – 1999)
(2) Taner Akçam: İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, S.1 (İmge Kitabevi, 2. Baskı, İstanbul –2002)
(3) Tarihten Güncelliğe. Ermeni Sorunu, Tahliller, Belgeler, Kararları, S:184 (İstanbul – 2001)
(4) Aynı Eser, S:185
(5) Tessa Hofmann, Amenier and Armenien, Heumont und Exil, Rowohlt Hamburg, S.28 (Hamburg–1994)
(6) Aynı Eser, S.22; Tamer Akçam a.g.e., S:96-209
(7) T. Hofmann a.g.e., S.28
(8) Aynı Eser, S:30
(9) Tarihten Güncelliğe Ermeni Sorunu, S.186
(10) Tessa Hofman, a.g.e., S.152, 169
(11) T. Akçam, a.g.e., S.228-229
(12) Aynı Eser, S.544
(13) Atatürk’ün TBMM’yi Açış Konuşmaları, S.53-61: ASD C.1, S:175-183: İsmet Görgülü, Atatürk’ten Ermeni Sorunu, Belgelerle, S.252 (Bilgi Yayınevi, Ankara –2002)
(14) Aynı Eser, S. 252- 254

Dr. M. Galip Baysan 
İLK KURŞUN 
TESSA HOFFMAN
alıntıdır. 




AYRICA:
Tessa Savvadis Hoffman ile ilgili İngilizce yazı











BAŞKA BİR MAKALE'DE İSMAİL BOSTANCIOĞLU'DAN



Batıya Fahişelik: Taner Akçam ve Türk Kimliği

Akçam Ulusal Kimliğe Doğrudan Karşı Çıkıyor


Ulusal kimlik günümüzde en çok tartışılan konulardan birisi. Son zamanlarda da Türk kimliği üzerine tartışmalar artmış durumda. İçinde bulunduğumuz bir nevi 3. Meşrutiyet olarak adlandıracağımız süreçte kimliğimiz başta olmak üzere, pek çok ulusal değerimizi sorgudan geçirmemiz ve bırakmamız bize dayatılıyor.


Bu durum somut olarak Kıbrıs’ta Kıbrıs Türklüğünün yerine Kıbrıslılığın, Türkiye’de Türkiyeliliğin propagandasının yapılmasıyla kendini gösteriyor. Özellikle milli devleti oluşturan mekanizmalar AB süreci bahane edilerek ortadan kaldırılırken, buna karşı direnişin merkezini oluşturan kimlik meselesi saldırıların merkezi olmuş durumda.


Bu saldırıda farklı cepheler mevcut. Siyasi, ekonomik, askeri vb. cephelerin kuvvetleri farklı stratejilerle harekete geçmiş durumda. Bunların yanında ideolojik alanda da büyük bir saldırı başlamış durumda. Bu cephede ise karşımıza ‘Türkiyeli aydınlar” çıkmakta. Taner Akçam bu cephenin önemli adamlarından birisini oluşturmakta. Hem Türk kimliğine yönelttiği sert saldırılar, hem de sözde Ermeni soykırımı gibi konularda takındığı militan tavır onu ön plana çıkartmakta.


Akçam’ın fikirlerinin temelini ulusal kimliklerin diğer uluslara karşı düşmanlığa varan mücadeleler sonucunda oluştuğu ve bu düşmanlıklardan beslenerek yaşadığı tezi oluşturmakta.


Akçam “Ulusal devleti kuran ulusal kimlik, kendi kişiliğini ve devletini kendisine dahil olmayanların imhası üzerine oturtmuştur” diyerek bunu ifade ediyor. Bu açıdan ulusal kimlikler sürekli bir gerilim unsuru olmakta. Yaşadığımız dünyada ulus devlet anlayışını geride bırakacak yeni formasyonlar geliştirilmek zorunda. Bunu şöyle ifade etmekte Akçam: “Ulus ile devlet arasındaki her türlü bağ kopartılmalıdır.Bir ulusa ait olmamak, birilerinin boş zaman keyfi haline getirilmedikçe, kişiye özel kültürel bir tercih haline sokulmadıkça, yani bir ulusa dahil olmaya yüklenen tüm siyasi ortadan kaldırılmadıkça günümüzün sorunlarını ortadan kaldıramayız.”


Bu noktada Akçam dünya çapında ezen ve ezilen ulus ayrımının geçerliliğini de reddetmekte. Bunu “Burada çok sevdiğimiz, ezen-ezilen ulus ayrımının ulusların barbarlık eğilimleri açısından fazla bir anlam taşımadığını eklemek gerekmektedir.” diyerek ifade etmekte.


Akçam’a göre biz Türkler kendi barbarlıklarımızı şimdiye kadar hep ezilen ulus olmamızın arkasına sığınarak meşrulaştırmaya çalışmışız. Akçam böylece tipik bir sömürge aydını tavrı göstermekte. İlk önce ezilen ulus kavramını ciddiye almıyor. Ezilen uluslarla ezen ulusların yıkıcılık güçlerini birbirleriyle aynı kategoride değerlendiriyor. Böylece birisinin çıkıp da dünyamız iki tane emperyalist paylaşım savaşı gördü, barbarlığı yapan emperyalistler demesinin önünü kesiyor. Bu tavır doğal olarak da emperyalist güçlerin işine gelmekte.


Ama esas önemli olanı, Akçam’ın sadece Türklerin barbarlığını araştırması. Akçam dünya tarihinde Türkleri barbar bir millet olarak nitelendirip, bunun sebeplerini araştırırken; Batının barbarlıklarını es geçiyor.


Türk kimliği üzerine yazdığı kitabında, tüm eleştiri oklarını ezilen bir ülke olan Türkiye’ye doğrultuyor: “Kitabın amacı Türk ulusal kimliği üzerine sesli düşünmektir. Türk ulusal kimliğine eleştirel bakmak, onun yıkıcı potansiyellerine dikkat çekmek ve onun siyasi yaşamının temel belirleyicisi olmaktan çıkması gerektiğini göstermektir.” Akçam Türk kimliğinin oluşum sürecini tahlil ederek bazı sonuçlara varmakta.


Akçam’a Göre Türk Kimliği Aşağılanma Sürecinde Gelişiyor


Akçam Türk kimliğinin oluşmasını incelediği “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” kitabında ilk olarak Türk Osmanlı içinde Türk kelimesinin ve zamanla bunun ulusal bir kimliğe dönüşmesinin tahlillerine girişmekte.


Akçam’ın yaptığı ilk tespit Türk kelimesinin Osmanlı’da aşağılanma anlamına geldiği yönünde. Osmanlı resmi tarihçilerinden Naima Mustafa Efendi’den alıntılar yaparak kendi tezlerini güçlendirme yoluna gidiyor. Özel olarak Naima’ya, genel olarak da Osmanlı resmi tarihine göre Türkler hakkında “İdraksiz Türkler, Çirkin suratlı Türk, hilekar Türk, çoban köpeği” gibi ifadeler kullanılmaktadır. Türk sadece aşağı kesimdeki halk tabakası ve özellikle köylüler için kullanılan bir kelimedir. Bunun yanında Türklük üzerine yapılan çalışmalar da kötülenmektedir. Akçam, Türk dilini geliştirmek için bazı Arapça kelimelerin yerine Türkçe karşılıklarını kullanmaya çalışan Veled Çelebi gibi Türkçülerin kendi aileleri de dahil olmak üzere yakın çevreleri tarafından küçümsendiğini belirtiyor.


Bununla birlikte Türklüğe karşı olumsuz tavır Batıdan da gelmektedir. Batıda da Türkler barbar, yıkıcı, medeniyet düşmanı kabul edilmektedir. Bu durumda Türk kimliğini savunanların en büyük kaygısı kendilerini topluma ve Batıya kabul ettirmek olmaktadır. Bu durum hem Meşrutiyet döneminde, hem de Kurtuluş Savaşı döneminde devam etmektedir. Akçam bunu şöyle ifade etmektedir: “Batıdaki Türk imajını yıkmak, Kurtuluş Savaşı önderlerinin de önemli uğraşları arasında yer alıyordu.”


Aşağılık Kompleksiyle Gelişen Türk Kimliği


Akçam’a göre bunun sonucu aşağılık kompleksine kapılmış bir ruh halidir. Kendini sürekli olarak etrafındakilere kabul ettirmeye çalışan Türklük, kompleksli bir yapıda gelişmektedir. Akçam bunu şöyle ifade etmektedir: “Toplumsal bir paranoyadır bu. Güçlü bir anlaşılamama sendromu ve yalnızlık psikolojisi her türlü davranışımızı belirliyor gibidir.”


Akçam’ın bir başka iddiası da Türk kimliğinin geçmişinin baskısı altında ezilmekte olduğudur. Yaşanan toprak kayıpları, kaybedilen savaşlar sürekli olarak eskiye özlemi artırmaktadır. Akçam’a göre “Büyük ve şanlı geçmişe sahip olan uluslar genel kural olarak bu geçmişin gölgesi ve baskısı altında yaşarlar. Hele hele bu uluslar zayıf konumdaysalar ve onurlarıyla oynanarak sürekli aşağılanıyorlarsa kendilerini bir yok olma psikozu içinde hissediyorlarsa bu geçmişin baskısı daha da büyük olmaktadır.”


Bu durumda Türk kimliği sağlıksız bir gelişim göstermektir. Sürekli aşağılanan ve kendini ifade edemeyen bu kimlik bir yalnızlık psikozunun içinde yuvarlanmaktadır. Bu kompleksli yapı dışarının baskısının yanında, bir de kendi geçmişinin altında ezilmektedir. Bu durum bugün bile sürmektedir.


Akçam’a göre “Batı karşısında, bizden birçok bakımdan üstün olduğu için duyduğumuz aşağılık kompleksi ile ah bir zamanlar biz neydik diyen öfkenin veya hayıflanmanın karmaşası bir ruh halinin bizlere egemen olduğunu söylersek abartmış olmayız.”


Aşağılanan Tanzimatçı Kimliği mi Yoksa Türk Kimliği mi?


Akçam Türk kimliğinin kompleksli ve aşağılanmış halini teorileştirirken, genel olarak Tanzimat dönemi atmosferini temel alıyor. Daha çok Tanzimat dönemi aydınlarının yazdıklarını referans göstermekte. Meşrutiyet dönemi basit bir Batılılaşma, hatta tamamen Batıyı kopya etme girişimidir. Doğal olarak Jön Türklerin kendilerini Batıya kabul ettirme gibi bir kaygıları vardır. Bu tavır bir aşağılık kompleksine kadar gitmektedir de.


Yalnız Akçam’ın Türk kimliğinin bu aşamalarla geliştiği iddiası yanlıştır. Çünkü Türk kimliği o dönemlerde savunulan bir kimlik değildir. Tanzimat aydınları kendilerini Türk olarak değil, daha çok Osmanlı kimliği ile ifade etmektedirler. Bu açıdan kompleksli olması beklenen Osmanlılık ve Tanzimatçılıktır. Çünkü ulus yapısına sahip olmayan Osmanlı, Batı karşısında sürekli gerilemekte ve aşağılanmaktadır. Batıya karşı mücadele perspektifinden de yoksundur.


Ancak Kurtuluş Savaşı’nda somutlaşan ve net olarak ifade edilen Türk kimliğinde böyle sorunlar görülmemektedir. Tanzimat döneminde verilen mücadele sadece devleti kurtarmakla sınırlandırılmıştır. Devletin dayanacağı temel olarak da milleti ortaya çıkarmak gibi bi kaygıda olmamıştır. Bu önemde ulusal bir perspektif geliştirlemediği içinde milli bir kimliğin ifade edilebileceği bir atmosfer yoktur. Bu yüzden Batıya karşı bir kimlik oluşturma ve bunu ifade etme amacı gözkmemektedir. Bu yüzden bu devir Batıya karşı aciz kalınan bir dönemdir.


Kurtuluş Savaşı önderliği mücadelenin sadece devlet kurtarmak değil, Türk varlığını kurtarmak olarak da ifade etmiştir. Türk kimliğinin net olarak ifade edildiği ve savunulduğu dönem bu mücadele dönemi olmuştur. Akçam Tanzimat dönemi acizliğini Kurtuluş Savaşı dönemine yamayarak Türk kimliğinin mücadele içinde kendini somutlaştırdığını ortadan kaldırmakta.


Ayrıca Kurtuluş Savaşı vermiş bir ulusun aşağılık kompleksine kapılmasının da bir anlamı yoktur. Sonuçta mücadele Tanzimat döneminde olduğu gibi Batıyı taklit etme veya Batının farklı kamplarından yardım isteme şeklinde yürümemiştir. Bu açıdan Akçam’ın yaptığı bir ulusun kendi varlığını korumak ve geliştirmek için verdiği mücadeleyi küçümseyerek, kendinden önceki acınacak döneme indirgemekten ibaret.


Türk Kimliği Sürekli Yok Olma Paranoyası ile mi Gelişti?


Akçam’a göre Osmanlı iktidarı tamamen bir çaresizlik içindedir. İmparatorluğun parçalanması gittikçe hızlanmaktadır. Denenen tüm politikalar ise iflas etmektedir. Bu çaresizlik güvensizlik ve korku ortamının geliştirmektedir. Akçam bu tablodan Türk ulusal kimliğinin yok olmak, ortadan kaldırılmak korkusu ile birlikte geliştiği sonucunu çıkartmaktadır.


Akçam Türk kimliği üzerine tahlillerine şöyle devam etmekte: “İmparatorluğun sürekli bir parçalanma süreci içinde olması, çevresinin kendisinin mahvını isteyen güçlerle çevrilmiş olduğu inancını ortaya çıkarmıştır. Bu durum, daha önce de değindiğimiz gibi, Osmanlı-Türk insanında bir korku psikozunun oluşmasına yol açmıştır.”


Yine benzer bir şekilde şunları söylemektedir: “Türk ulusal kimliği deyim yerindeyse, daima kendi geleceğinden, varlığından korku ile birlikte gelişmiştir. Yok olma korkusu Türk ulusal kimliğinin ebesidir ve ulusal kimliğimiz, kendi göreli zayıflığı ve çaresizliğinin bilinciyle şekillenmiştir.’


Akçam daha önce yaptığı numarayı tekrar etmektedir. Türk Kurtuluş Savaşı döneminin psikolojisini yine daha önceki dönemin ruh haline indirgeyerek bu kez de, paranoyak bir kimlik tahlili yapıyor. Oysa Osmanlı aydının ve devlet adamının içinde bulunduğu korku hali Kurtuluş Savaşı döneminde devam etmemektedir. Bu dönemde mücadele “Ya İstiklal, Ya Ölüm” gibi net bir şekilde ifade edilmektedir.


Tanzimat dönemindeki gibi hiçbir yabancı güçten korkma, yardım isteme gibi bir ruh hali de mevcut değildir. Bu açıdan mücadele döneminin, bu paranoya halinin devamı değil, tam tersine cesaret dönemi olması gerekmekte. Ancak Akçam bunu da görmezden gelmekte.


Akçam’a Göre Türk Kimliği Hıristiyan Düşmanlığı Temelinde Gelişiyor


Akçam tahlillerini geliştirmekte: “Özetle sürekli toprak kaybeden, parçalanarak dağılmanın eşiğine gelmiş bir imparatorluğun üyeleri, içinde bulundukları yalnızlık, korku ve yok olma psikozu ile Hıristiyan azınlıkların ulusal-demokratik taleplerini, yok etmeye yönelik tehditler olarak kavramışlar ve öyle de yaklaşmışlardır. Bunun sonucu olarak, ulusal taleplerin üstüne, var olma ya da yok olma savaşı yürütmek zihniyetiyle gitmişler ve bastırılmaları son derece kanlı olmuştur.”


Akçam’a göre Türk kimliğinin gelişiminde farklı kimliklere ve Hıristiyanlara karşı büyük bir düşmanlık görülmekte. Akçam Osmanlının Batıyı ve Hıristiyanları küçümseme eğiliminde olduğunu belirtiyor. Ancak Tanzimat süreciyle birlikte girişilen reform çabalarıyla durumun tersine döndüğünü belirtmekte. Özellikle Islahat Fermanı’ndan sonra Hıristiyanların ve Müslümanların kanunlar önünde eşit sayılmalarının, Osmanlının gururunu kırdığını belirtiyor. Bunların yanında Hıristiyanların askerlik yapmamaları, dışarıdan aldıkları destek sayesinde zamanla ayrıcalıklı bir konum kazanmalarının toplumda tepkiye yol açtığını söylüyor.


Akçam’a göre ana sorun, o ana kadar Hıristiyanları aşağılamış ve hor görmüş Müslümanların, Osmanlı toplumu içindeki egemen konumlarını kaybetmeye başlamalarıydı. Akçam yapıldığını iddia ettiği Ermeni Soykırımını da daha çok buna bağlamaktadır: “Ermeni katliamlarında da, Ermeniler karşısında egemen konumun sürekli kaybedilmeye başlanması önemli rol oynamıştır.”


Akçam burada Osmanlı’da azınlıkların sorunlarını daha çok ekonomik temelde ele almakta. Ermeni ve Rum azınlığın gerek Osmanlının çöküş sürecinde, gerekse Kurtuluş Savaşı döneminde oynadığı rol sadece ekonomik zeminde anlaşılamaz. Türklerle azınlıklar arasındaki sorunlarda, Osmanlının iç dinamikleriyle gelişen olaylara indirgenemez. Akçam burada azınlıklaın emperyalizmin taşeronluğunu yaptıklarını es geçmekte. Bu süreçte azınlıklar daha çok bölünmeyi ve işgali hızlandıracak şekilde hareket etmişlerdir. Azınlıklara karşı gösterilen tepkide bundan dolayı olmuştur. Yoksa Tanzimat sürecinde ve öncesinde Hıristiyanlara karşı bir tepki yoktur. Bundan dolayı sadece egemen konumlarını kaybettiği için azınlık düşmanı olan Türkler basit bir tahlil olarak kalmakta. Akçam burada vatanlarını savunmak ve kimliklerini korumak için savaşan Türkleri basit bir Hıristiyan düşmanına benzetmeye çalışmaktadır.


Akçam bunun yanında Hıristiyanların Türk karşıtlığının ise teorisini yapmıyor. Akçam Batının Türkleri barbar olarak gördüklerini ve yok edilmesi gereken bir millet olarak gördüklerini belirtiyor, ancak yazdıkları sadece bununla sınırlı kalıyor. Batılı kimliğinin ortaya çıkışında Türk ve Müslüman düşmanlığının çok açk örnekleri olmasına karşın Akçam bunların hiç birinden bahsetmemekte. En basitinden Akçam bir Yunan uluslaşmasında Ortodoks Kilisesinin önemini araştırsa “dinsel ırkçılık” üzerine çok daha sağlıklı sonuçlara varabilir. Ama Akçam’ın tek derdi var, daha önce de belrttiğimiz gibi Türk kimliği.


Akçam’a Göre Türk Kimliğinde İslami Irkçılık Mevcut


Akçam ayrıca “İslami Irkçılık” kavramını geliştirmekte. Gelişen Türk kimliğinin, Alman Faşizminin Yahudilere karşı beslediği nefret gibi Hıristiyan azınlıklara düşmanlık barındırdığını iddia etmekte. Akçam’a göre İmparatorluğun kendi çöküşünden belli etnik-dinsel grupları sorumlu tutmaktadır. Akçam bunu şöyle ifade etmekte: “Ermeni katliamlarında ise Osmanlı Devletinin Pan-İslamist ideoloji etrafında birliğini sağlamak amacıyla, İslami motifin giderek öne çıktığını görüyoruz. Bir din-ulus grubunun (Ermenilerin) toplumsal olarak aşağılanması başlamaktadır. İslami Irkçılık olarak tanımladığım bir başka din grubunun aşağılanması ve hor görülmesi en açık biçimde Ermeniler somutunda gözükmekte, Ermeniler aleyhine ırkçı bir söylem geliştirilmektedir.”


Akçam bu tezi ortaya sürerken daha çok Abdülhamit’in Ermeniler aleyhindeki beyanlarını ve o dönemdi yazılmış azınlıkların yaşayış şeklini eleştiren metinleri ön plana çıkartmaktadır. Ancak Osmanlı devlet politikasında belli dinsel ve etnik gruplara karşı ekonomik, siyasi ve zora dayalı bir uygulama bulunmamakta. Bununla birlikte ne Osmanlı’da, ne de Türkiye’de Akçam’ın “İslami ırkçılık” olarak nitelendirdiği programı savunan bir akım görülmemekte. Bu noktada Akçam’ın iddiaları temelsiz ve zorlama tezler olarak gelmekte.


Türkler Batıya Karşı Yapamadıklarını Azınlıklara Karşı Yapıyor


Akçam’ın bu konudaki yaklaşımını Türklerin Batıya karşı gösteremedikleri tavrı azınlıklara karşı gösterdikleri iddiasıyla desteklemeye çalışmaktadır: “Kendisini bu duruma düşüren Batılı güçlere karşı çıkamayan Türkler içlerinden atmak sorunda kaldıkları kin ve nefreti, üzerine boşaltacakları daha zayıf güçleri aramışlardır. Bunlarda Hıristiyan azınlıklardan başkası olmamıştır.” Akçam’ın bu tezle kompleksli Türk kimliği tezini güçlendirmektedir. Batıya karşı mücadele edemeyen ve kendini ifade edemeyen Türkler, öfkeyi azınlıklardan çıkarmaktadır. Bu iddia da yine daha öncekiler gibi zorlamadır.


Batıya karşı tavır alınamayan Tanzimat döneminde bırakın azınlıklara karşı bir kin ve nefret boşalmasını, en küçük bir olumsuzluk bile gözlenmez. Hatta azınlıklar gittikçe daha da ayrıcalıklı bir konuma kavuşmuşlardır. Kurtuluş Savaşı döneminde ise Batıya karşı net bir tavır alınmıştır. Kin ve nefret işgal güçlerine karşı kullanılmıştır. İşgalcilerle işbirliği yapan azınlıklar ise ancak bundan kendilerine düşen payları almışlardır. Bunun dışında azınlıklara karşı Akçam’ın ifade ettiği gibi bir yaklaşı görülmemekte.


Akçam’a Göre Türk Ulusal Kimliği Geç Ortaya Çıkıyor


Akçam’a göre Türk ulusal kimliği tarih sahnesine geç çıkmıştır. İslam ve Osmanlılık kimlikleri altında kendine yaşam şansı bulamamıştır. Özellikle dinsel kimlik milli kimliğin gelişmesini etkilemektedir. Akçam Meşrutiyet kutlamalarının bile milli bur marş olmadığı için Fransızca marşlarla kutlandığını belirtmektedir. Osmanlı eğitiminde ise Türk dili ve tarihe tamamen yok sayılmaktadır. Ulusal kimlik üzerine araştırmalar ise Türkler tarafından değil de yabancı araştırmacılar tarafından yapılmaktadır. İlk dönem Türkçüleri dahi yabancı Türkologların çalışmalarından beslenmektedir.


Bunların yanında İmparatorluğun çok uluslu yapısı Türk kimliğinin savunulmasını engellemektedir. Milli kimliklerin savunulması ise parçalayıcı etkisi olacağı için tehlikeli görülmektedir. Ayrıca İmparatorluğun sınırlarının genişliği somut bir vatan ve millet kavramlarının gelişmesini engellemektedir. Akçam buna örnek olarak Abdülhamit’in “Vatan insanların bastığı yerdir. Onun için ölmeyi anlayamıyorum. Bu kadar insanın vatan için birbirin boğazlaması iyi bir şey değil” sözlerini göstermektedir.


Bu durumdan Türk kimliği olumsuz etkilenmiştir. Akçam’a göre İmparatorluğu kurtarmak için ilk önce İslamcı ve Osmanlıcı politikalar uygulanmıştır. Ancak bu politikalar İmparatorluğun dağılma sürecini engelleyememiştir. Bu noktadan sonra Türklük ifade edilmeye başlanmıştır. Akçam bunu şöyle ifade etmektedir: “Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık gibi diğer kolektif kimliklerin işe yaramadığı noktada, istenmeyen, ama zorunlu bir tercih olarak kendini dayattı” Türkçülük politikasına geçiş ise Balkan Savaşı sonrasında olmuştur. Tüm azınlıkların ayrılmasıyla birlikte egemen politikalar çökmüş, meydan Türkçülüğe kalmıştır.


Akçam Türkçülüğün çıkışını, Turancılığın çıkışıyla da ilişkilendirmekte. Her iki politikada, diğer politikaların geçersizlik kazanmasıyla ortaya atılmıştır. Bu açıdan pragmatik yaklaşımların sonucudur. Her ikisinin de ideolojik altyapısı gelişmemiştir. Bu durum geç ortaya çıkmayla birleşince ortaya tehlikeli bir anlayış çıkmaktadır.


Vatan kavramı hala net olmadığı için ortaya atılan Turancılık ve Türkçülük fikirleri yayılmacıdır. Bu açıdan saldırgan eğilim göstermektedir. Ayrıca Akçam gelişen Türkçü fikirlerin ırkçı temelde olduğunu da iddia etmekte. Akçam bazı yönlerden Türk ulusal kimliğinin oluşumunu Alman ulus kimliğinin oluşumuyla karşılaştırarak benzerlikler kurma yönüne gidiyor. Alman modelinde ırk, tarih, halk kavramların Türk milliyetçileri için ideal kavramlar olduğunu ve istisnasız tüm Türkçülerin Alman ırkçı modelinden etkilendiğini belirtiyor. Buna verdiği örnek ise biraz garip. Yaptığı teoride dil, tarih ve kültür öğelerine ağırlık veren, ancak ırktan hiç bahsetmeyen Ziya Gökalp’i ırkçı bir ideologa indirgemekten çekinmemekte. Akçam Türk uluslaşmasının ve sonucunda ortaya çıkan Türk kimliğinin ırka dayanmadığını görmezden gelmekte. Türk kimliğinin kendini gösterdiği siyasi pratiklerde veya ifade edildiği metinlerde çarpıtmalara giderek ırkçılık suçlaması yapmakta. Aslında Akçam Türk adını her duyduğu her yerde ırka gönderme yaparak, ulusal kimlikten ırkı anladığını ortaya koymakta. Bu nokta da esas ırkçılık yapan kendisi olmakta.


Akçam’ın yapmak istediği Türk kimliğini Turancılıkla aynı noktaya getirerek, saldırganlık tezlerini güçlendirmek.


Türk Kimliği Geç Ortaya Çıktığı İçin Daha Saldırgan Oluyor


Akçam’a göre oluşmaya başlayan Türk kimliği diğer milletlere düşmanlık güden bir gelişim göstermiştir. Ancak esas saldırganlık Türk kimliğinin geç ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Akçam’a göre Türk milliyetçileri arayı kapatma çabasındadırlar. Bu ise Türk ulusal kimliğini saldırganlaştırmaktadır.


Akçam bunu şöyle ifade etmekte: “Bu gecikmenin doğal bir sonucu arayı kapatma telaşıdır ki, bu diğer ulusal gruplara karşı açık bir saldırganlık biçimini almıştır.”


Akçam buna örnek olarak Ermeni meselesini, İzmir’in kurtarılmasından sonra kaçmak zorunda kalan Rumların durumunu ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arap cephesinde ihanet ettikleri gerekçesiyle Araplara kötü davranan bir komutanı örnek gösterebilmekte. Verdiği örneklerin basitliğinin yanı sıra hepsi savaş yıllarında yaşanan olaylardan oluşmakta.


Bu dönemlerde vatan savunmasının bir parçası olarak düşmanla işbirliği yapan kesimlerin tasfiyesini sistematik bir düşmanlık politikası olarak yorumlamak oldukça zorlama bir durum.


Bunun yanında Türk kimliğinin kendini ortaya koyduğu Kurtuluş Savaşı dönemi incelendiğinde, savaşılan diğer ulusal ya da azınlık hareketlerinin emperyalizm desteğindeki hareketler olduğu açık şekilde görülmektedir. Arkasında sömürgeciliğin olduğu kimlikler masum bir karakter sergileyecek, ancak Türk kimliği saldırgan olacaktır.


Eğer saldırganlıktan bahsedeceksek, ilk olarak işgal için harekete geçenleri incelememiz gerekli. Türk kimliği daha çok işgale karşı mücadelede kendini somutlaştırdığı için kendisini daha geç göstermesi doğal bir durum. Arkasına İngiliz emperyalizminin desteğini alarak, ilk önce ayaklanan, sonra da Türkiye’yi işgal etmeye kalkan Yunan ulusal kimliği daha önce ortaya çıktığı için, vatanını savunmaktan başka bir kusuru olmayan Türk ulusal kimliğinden daha demokrat olacak. Akçam’ın mantığından böyle bir sonuç çıkıyor.


Akçam’ın Hedefi Türklükten Sonra Cumhuriyet


Akçam iddialarını daha da ileri götürerek aslında Kurtuluş Savaşının antiemperyalist bir savaş olmadığını söylüyor. Savaşın emperyalistleri değil de, Ermeni ve Rumları hedef aldığını belirtmekte. Kendi ifadesiyle “Kurtuluş Savaşı Ermeni ve Rumlara karşı verilmiş bir iç savaştan ibaret. Hatta Akçam Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin işgal tehlikesinden öte, Ermeni ve Rum tehdidine karşı kurulduğunu söylemekte. Kuvayı Milliye birliklerin kuranlar ise daha önce Ermeni katliamlarına bulaşmış kişiler. Akçam bu kişilerin kendi canlarını korumak için bu tip örgütler kurduklarını iddia ediyor. Aksi halde yargılanma ihtimallerinin oldukça yüksek olduğunu belirtmekte. Gerek önce yapılan azınlık kıyımlarıyla, gerekse Cumhuriyet dönemi politikalarıyla Anadolu’nun Türkleştirildiğini söylüyor. Akçam yazdıklarında Türk ulusal kimliği üzerine sesli düşünmekten bahsediyordu.


Akçam Cumhuriyet’in kuruluşunu ise açıktan hedeften almakta: “...Eğer Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu’daki azınlıkların kanları üzerine kurulmuşsa ki burada daha sonra ki Kürt ayaklanmaları ve katliamlarına hiç değinilmemiştir, o, bu topraklar üzerindeki halkların barış içinde, yan yana yaşamalarının önündeki en büyük engeli oluşturur. Cumhuriyet, bu tarihi, bu yapısı, ürünü olduğu bu ruh halı ile bizatihi sorun kaynağıdır.”


Akçam için sorun Türk kimliğine dayalı, üniter devlet yapısıdır. Emperyalizme karşı duran bu yapı bir şekilde tasfiye edilmelidir. Bunu dışarıdan ancak işgalle yapabileceklerini gören emperyalistler, Türk insanının direncini kırmak için Taner Akçam gibi adamlara ünvan verip bu tip tezleri şeyleri yazdırmaktadırlar.


Akçam’ın Almanya Serüveni


Akçam Almanya’ya gittiğinde durumu pek iyi değildir. Kendi ifadelerinde yaşadığı ekonomik zorlukları belirtmekte. Kafasını sokacak bir yerinin bile olmadığını kendisi söylüyor. Ama esas önemli olan PKK’nın kendisini ortadan kaldırma isteğinde olmasıdır. Akçam uzun süre Almanya’da korku içinde yaşamıştır. İlk olarak Oldenburg Üniversitesi’nde ders vermeye başlamış sonra ise esas önünü açacak olan Hamburg Sosyal Araştırmalar Enstitüsüne “Türkiye ve Şiddet” konulu bir tez hazırlamıştır. Bu tezi sayesinde Almanya’da tutunabilmiştir.


Akçam hakkında ajanlık iddiaları da vardır. Almanya’da siyasi ve akademik çalışmalarını Alman Gizli Servisi görevlilerinden Tessa Hoffmann ve Udo Steinbach’ın korumasında devam ettirdiği söylenmektedir. Bu koruma altında Ermeni Soykırımı üzerine çalışmalar yapmıştır. Hatta dünyada Ermeni Soykırımını kabul eden ilk Türk olarak kendini tanıtmıştır.

Bu çalışmalarının sonucu yazdığı kitap ise merkezi Kanada’da bulunan Ermeni milliyetçisi Zoryan Vakfı tarafından basılmıştır. Yine Akçam bu vakıf tarafından organize edilen toplantılarda boy göstermektedir.

Batının Ajanlaştırdığı Bir İnsan


Akçam, Almanya’da yaşadıklarının ardından bu noktaya gelmiştir. Kendisine ekonomik imkanlar sunan, toplumsal bir konum kazandıran ve yaşama güvencesi sağlayan Alman devletine borcunu, onların ideolojik taşeronluğunu yaparak ödemeye çalışmaktadır.


Bu noktada Akçam’ın Türk kimliği üzerine yaptığı ısmarlama tahlillerin, esas kendisi için geçerli olduğu gözükmektedir.


Akçam’ın Türk kimliği için kullandığı aşağılık kompleksli nitelendirmesi kendisine daha çok uymaktadır. Batıyı memnun etmek için bu kadar takla atılması bunun örneğidir. Akçam Almanya’da kendini ön plana çıkarmak için, onların savunduğu tüm tarih tezlerini savunmaktadır. Bunu yaparken Batı tarihini hiçbir şekilde eleştirmemektedir de.


Akçam bu haliyle tam bir Tanzimat aydını görüntüsü çizmektedir. Batılıdan daha çok Batıyı savunan, Batılıdan daha çok Türk’ten nefret eden bir yapısı vardır. Bunun tek bir anlamı vardır, o da, Akçam’ın Batıya karşı aşağılık kompleksi olduğudur. Her koşulda Batıyı memnun etmek için çırpınıp durmaktadır. Bu tavır bütün “Türkiyeli aydın”larımızın tipik karakteristiğidir.


Bunun yanında Akçam bu tavrıyla sadece kendini tatmin etmekle kalmamaktadır. Aldığı bir doktor ünvanı ve kendisine sağladığı bir toplumsal konum da vardır.


Maddi çıkarlar için karşısındakini tatmin etmek ise bir nevi fahişeliktir. Akçam siyasi konumuyla Batıya fahişelik etmektedir. Bu durum Akçam’ın niçin Türk ulusal kimliğine ve Cumhuriyet yönetimine bu kadar saldırgan bir tutum takındığını ortaya koymaktadır. Akçam hem aşağılık kompleksini tatmin etmekte, hem de bundan bir kazanç sağlamaktadır.


İsmail Bostancıoğlu 






TARİH YAZMAK, 
TARİH YAPMAK KADAR MÜHİMDİR; 
YAZAN YAPANA 
SADIK KALMAZSA 
DEĞİŞMEYEN HAKİKAT 
İNSANLIĞI ŞAŞIRTAN BİR HAL ALIR.   


ATATÜRK BİR ZİYARETTE


SB.